Özgürlük, herhangi bir koşulla sınırlanmaya ya da zorlamaya bağlı olmaksızın düşünmek ve davranmaktır. İnsanın her türlü dış etkiden bağımsız olarak kendi isteğine ve kendi düşüncesine göre karar vermesi durumudur. Bediüzzaman, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.” diyerek, özgürlüğün insan için ne derece vazgeçilmez olduğunu ortaya koymuştur.
Bugüne kadar tanım yapılırken özgürlük adına, “İnsanın başkalarına ve çevresine zarar vermemek şartıyla her ne yaparsa yapsın.” şeklinde yanlış bir anlayış yerleşmiştir. Devamlı nefsinin, benliğinin, heva ve hevesinin isteklerine esir, onlardan kurtulamayan, onlara boyun eğip nefsine tutsak olan bir insan, özgür olamaz. Nefsinin, heva ve hevesinin esiridir, özgür değildir. Gayr-ı meşru, zevk ve eğlence düşkünlüğünü özgürlük olarak bilmek çok büyük bir yanılgıdır. Güneş ekseninde dönmek şartıyla özgürdür. Gerçek özgürlük, “Ne kendisine ne de başkasına zarar gelmemesi şartıyla serbest olma halidir.” Özgürlüğün yarısı bize bakar ve bizdedir. Diğer yarısı da başkasının özgürlüğünü bozmamaktır. Çünkü başkasının da zarar görmeme özgürlüğü vardır. Buna göre başkalarının özgürlük alanının başladığı yerde bizim hürriyetimiz biter. Zira başka özgürlükleri tanımayarak insan dışı davranışlar sergileyen özgürlük anlayışı, vahşi hayvanlarda da vardır. Hürriyet odur ki, adalet kanunlarından ve ıslah etmekten başka, hiç kimse kimseye tahakküm ve zorbalık etmesin. Herkesin hukuku muhafaza edilsin, herkes meşru yaşantısında olabildiğince serbest olsun.
İnsanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser ve sanatı değildir. O vücudu yolda bulmuş, sahipsizmiş de sahiplenmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, barındırdığı benzersiz sanat ve inceliklerin şahitliğiyle bir Zât’ın kudret elinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarruftan, faaliyetten ancak bir tanesi insana aittir. Bu cihetten bakıldığında, insanın özgürlüğü, Allah’a kul olmaktan ayrı düşünülemez.
Tüm canlılarda olduğu gibi insan, hayatını tehlikeye atacak hallerden kaçar. Hayatını ve hürriyetini korumak için en azgın düşmana karşı durur. Çünkü hürriyet yoksa insan da yoktur. Her hakikî iyilik gibi, cesaretin kaynağı da imandır, ubudiyettir. Her kötülük gibi, korkaklığın kaynağı dalâlettir. Evet, kalbi tam ikna olmuş bir abidi, dünya bomba olup patlasa onu korkutmaz. Bir gerçek var ki kendini güvende hissetmeyen insan, güvenli bir halde serbest yaşamak ve dünyada her türlü zevki tatmak için her türlü köleliğe razı olur. Bir Allah’a kul olmaktan kaçıp, şan, şöhret, mal, mevki, gayr-ı meşru zevk yolunda binlerce unsurun kölesi olur.
İnsan, toplumsal ve maddi yönüyle bir hürriyet elde etse de, daha önemli olan iç dünyasındaki hürriyetini kazanmadan, gerçekten özgür sayılamaz. İnsanın her türlü ihtirastan, gösterişten ve gayesiz yaşamaktan kurtulması, gerçek hürriyetin başlangıcıdır. İnsan, nefsini dizginlediği ölçüde özgürlük alanını genişletir. Doğru veya yanlışlığını sorgulamadan, sırf canı öyle istedi diye, sadece başkasına zarar vermeyen bir şeyi yapmakla yaşanılan özgürlük, gerçek değildir. Bu ancak, nefsin ve şeytanın zorbalığına maruz kalmaktır. Hürriyet odur ki ne nefsine ne de başkasına zararı dokunmasın.
Özgürlük çok yanlış anlaşılmıştır. Özgür toplumlarda, insan her ne sefahet ve rezaleti işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez diye yanlış bir yargı ortaya çıkmıştır. Bu hâl, özgürlük değil, belki sefahet ve rezaletin ilânı ve saçmalığıdır. Zira nazlı hürriyet, dinin kuralları ile edeplenmiş ve süslenmiş olmalı, dinin emir ve yasaklarına uygun olmalıdır. Aksi halde gayr-ı meşru eğlence ve rezaletteki hürriyet, özgürlük değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadı ve baskısıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır. Gerçek özgürlük, dünyasına ve âhiretine maddi, manevi zarar vermeden hayat sürmek, bunu yaparken de başkasına ve başkalarının özgürlüğüne zarar vermemektir. Her şeyin bir sapkını vardır. Hürriyetin, özgürlüğün sapkını da haram, helal, hak ve hukuk tanımayıp, sefahate ve yasak zevklere dalanlardır.
İman ve milet ve insaniyet bağları ile diğer hemcinslerini kardeş kabul eden ve Sultan-ı Kâinat’a kul olan insan, başkasına el açmaya ve başkasının hükmü ve zorbalığı altına girmeye, onun izzeti, şerefi ve imandan gelen yiğitliği, izin vermediği gibi, başkasının hürriyetine ve hukukuna tecavüz etmeyi de, o kişinin imandan gelen şefkati müsaade etmemelidir.
İnsan, yaşamak için, hava, su, yemek, güneş, sosyal ilişki, sevmek, sevilmek, eğitim gibi sayılamayacak kadar maddi, manevi çok şeylere muhtaçtır. Bu sebeple bütün kâinatla bir ilgisi vardır. Sınırsız hedefleri ve istekleri vardır. Ebedi yaşamak, genç kalmak, hasta olmamak, istediği gibi eğlenmek, yemek, içmek ister, hep mutlu olmak, üzülmemek ister, ama bu çoğu zaman mümkün olmaz. Gücü, kuvveti, iradesi, özgürlüğü bu isteklerin ve ihtiyaçların milyondan birisine bile yeterli gelmediği için, maddi ve manevi çok sıkıntılar çeker. Böyle bir insanın, bu kadar yükün, sıkıntının altında hür olabilmesi mümkün değildir. Kadere iman, bütün o ağırlığı, o yükü kaderin gemisine atar. İnsan, bu sayede, “bu dünyada bunları elde edemiyorum, istediğim gibi özgürce yaşayamıyorum, ama kader böyle takdir etmiş, âhirette ebedi ve sıkıntısız, özgür bir hayat beni bekliyor” dediğinde, ruh ve kalbin özgürce hareketine, rahatla yaşamasına imkân verir. Kadere iman, her kötülüğü isteyen nefsin, sınırlı ve yalancı hürriyetini elinden alır, firavuniyetini ve başıbozuk hareketini kırar. Ölümle özgürlüğü son bulan insan, nefsinin ve şeytanın tatlı gösterdiği yalancı ve geçici bir özgürlüğe bedel, âhiret inancıyla, sonsuz ve gerçek bir özgürlüğe kavuşur.
Hürriyet odur ki, ne nefsine nede başkasına zararı dokunmasın