Gaye yani maksat, hedef, kelime, varılmak istenilen netice, maksat ve sonuç gibi manalara gelir. Her akıl sahibi bilir ki kalem kendi için yazmadığı, göz kendi yolunu görmediği, ağaç kendisine meyve hazırlamadığı, ayak kendi işine koşmadığı gibi, bu insan da kendi için olamaz. O da bir gaye için yaratılmıştır ve bir yere yolcudur. Kısaca her şeyin bir gayesi olduğu zihne ve fikre gelir ve gelmelidir. “Şu kâinata nazarı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız gayesiz kalabilirsin.”
Bir kişi, bir görevi veya işi yaparken, ona dikkat eden anlar ki o işi ona gördüren iki şeydir: Birisi, o işin sonunda elde edilecek sonuçlar ve kazançlardır. Diğeri: Bir aşk, kuvvetli bir arzu ve istek, bir lezzet vardır ki hararetle o vazifeyi yaptırıyor.
İnsanın sahip oldukları, hayvan gibi sadece dünya hayatını kazanmak için verilmiş değildir. Çünkü dikkatle bakılsa, insana verilen imkân ve özellikler, hayvana verilenlerle bir değildir; binlerce kat daha mükemmel ve özeldir. Bundan anlaşılır ki, insandan beklenen daha yüce bir gaye vardır.
İnsana ömür sermayesi ve insanî özellikler, büyük ve yüce bir gaye için verilmiştir. İnsanın hayattaki gayesi, sadece medenî terbiye ile güzelce, nefsinin arzu ve isteklerine göre hayatını dizayn etmek, sınır tanımadan, istediği gibi yaşamaktan ibaret değildir. İnsana verilen şu nazik hisler, duygular ve mâneviyat, şu hassas organlar ve vücudun mükemmel parçalarının tek gayesi şu fani hayatta rezil nefsin, alçakça heveslerin tatmini için değildir.
Bu garip asrın dünya hayatını ağırlaştırması, yaşam şartlarını zorlaştırması ve ihtiyaç olmayanı görenekle bağımlılık derecesine getirerek zaruri ihtiyaç haline getirmesiyle, maalesef hayatı ve yaşamayı, herkesin her zaman en büyük maksad ve gayesi yapmıştır. Bu sebeple dini hayata ve ebedi yaşama olan ihtiyacı ya tamamen köreltir ya da ikinci, üçüncü sıraya bırakır.
İnsanın vücudunda bitkisel, hayvanî, insanî ve ruhanî yani imanî şeklinde dört özellik vardır. İnsanı hataya atan, bu dört tabakadaki farkı anlamamaktır. İnsaniyetin sadece hayvanî yönüne göre yaşar, hata eder.
İnsan zanneder ki ondan özellikle istenen şey, yalnız dünyanın inşası, sanayinin gelişimi, rızkı kazanmak ve bunun gibi dünyaya ait şeylerdir. Hâlbuki mülkün asıl sahibinin, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına, insan ve hayvanın rızkını O’nun garanti ettiğine dair olan fermanı açıktır. Cennetin bütün güzelliği, lezzetleri ve nimetleri rahmetinin çok küçük bir yansıması olan bir Zâtın muhabbetle bakışına lâyık olmaya çalışmak, en mühim bir gaye ve en büyük maksattır.
Her şeyin vücudunun çeşitli gayeleri ve hayatının birçok neticesi vardır, dünyaya, nefislere bakan gayelerle sınırlı değildir. Bu gayelerden varlıklara ait ancak binde birdir ki, lezzet, güzel ve rahatla yaşamak gibi şeylerdir. Bâki kalan gayeler, her şeyin sahibi olmakla, hayatı icad eden Zât’a aittir.
İnsan, ebedî hayatı hedef ve gaye yapsa, şu hayatı da ona vesile etse ve ona göre çalışsa, o vakit şu dünyada Cenâb-ı Hakk’ın nazlı ve makbul bir abdi, hürmet edilen ve saygı duyulan bir misafiri olur. Eğer insan sadece kendi kibrine güvenip, dünya hayatını gaye-i hayal ederek, geçim derdi içinde, geçici bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider.
Her kim fâni, geçici hayatı esas gaye yapsa, görünüşte bir cennet içinde olsa da mânen cehennemdedir. Ve her kim ebedi hayata ciddî yönelse, kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât’ın izni ölçüsünde ömrünü sarf etse, ebedi saadete namzet olur.
Şu fâni varlıklar yok olmak, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Bu hayat ve ölüm içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan varlıklar için başka bir maksad var. Meselâ büyük masrafla kısa toplanmalar, dağılmalar yapılıyor. Görüntüler alınıyor, birleştirilip, sinemada sürekli gösteriliyor. Onun gibi, bu dünyada kısa zaman içinde şahsî ve toplumsal hayat geçirmenin bir gayesi şudur ki: görüntüler alınıp, düzenlensin, yaptıkları alınıp kaydedilsin ki büyük toplanma yerinde muhasebesi görülsün ve büyük bir sergide gösterilsin. Hadîs-i şerifte: “Dünya âhiretin tarlasıdır.” bu hakikatı ifade eder.
İnsanın kıymetini gösteren, nitelikleridir. Niteliklerin değeri ise, himmeti yani gayreti ve çabası oranındadır. Bu ise hedefine aldığı gayenin ne kadar önemli olduğuna bakar. Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti, gayreti, gayesi milleti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Meşhurdur ki bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu defalarca mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah, savaşa giderken, vezirleri ve etrafındakiler ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Allah seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedârım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” İşte o Zât bu teslimiyet sırrını anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuş, üstün gelmiştir.
İnsanları canlandıran emeldir; öldüren yeistir, ümitsizliktir. Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise hayatın bineğidir. İşte gayret, şevke binip hayatın mücadele meydanına çıktığı vakit, önce gayeye ve gayrete düşman olan yeis yani ümitsizlik rast gelir, manevi gücünü kırar.
Yeis, yani ümitsizlik, en dehşetli bir hastalıktır ki korkak, aşağı ve zavallıların işidir, bahaneleridir, İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, batıda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, dünyanın doğusunda yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını sömürge hükmüne getirmiştir. Hem o yeistir ki yüksek ahlâkımızı öldürmüş, milletin menfaatini bırakıp gayretimizi şahsi menfaat için harcamıştır. Hem o yeistir ki manevi kuvvetimizi kırmıştır. Hattâ insan bu yeis ile başkasının duyarsızlığını ve gevşekliğini kendi tenbelliğine özür görüp “Neme lâzım!” der. “Herkes benim gibi berbaddır.” diye imandan gelen cesareti terkedip üzerine düşeni yapmaz. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; o katilin belinin “Bir şey tam edilmese de bütün bütün terk edilmez.” hadisinin hakikatiyle kırılıp gayret ve ümit sürekli diri tutulup hiç kaybedilmemelidir.
İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir