Cenâb-ı Allah için (ilminin ezeli olması itibariyle) “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” arasında bir fark yoktur. Bu sebeple, Yaratıcımızın bizim akıbetimizi imtihan dünyasına gönderilmememizden önce bilmesi, O’nun zaman-mekandan münezzeh olmasının zaruri bir neticesidir. Rabbimiz ezeli ilmiyle bildiği, ezeli iradesiyle dileyip tercih ettiği şeyleri, kudret sıfatıyla yaratıp varlık âlemine çıkardı.
Fakat bu meseleye, yarattığı kulları açısından bakıldığında; tam bir imtihan söz konusudur. Hiçbir şey bizce belli değildir. Kullarına seçme hakkı vermiş, irade vermiş. Hiçbir şeyi zorla yaptırmıyor, biz istediğimiz tercih ediyoruz. Ama Allah canibinden duruma bakıldığında, O her şeyi biliyor, bildiklerini yani kaderde olanı yaratarak varlık alemine çıkarıyor, kaza ediyor. Varlıklar onun ezelî ilminden harici vücut giyip varlık âlemine çıkarken O’nun irade, kudret, tekvîn gibi bütün sıfatları da tecelli ediyor.
Bütün bu tecellîlerle birlikte; Rabbimiz başta Hz. Muhammed (s.a.v.) ve diğer peygamberleri, velîleri, şehitleri ve sâlih mü’minleri; ebedî aleminde ebedî nimetlerine mazhar ederek kendi güzelliğini ve cemalini gösteriyor. Bunu onlara doğrudan ve hazır bir şekilde vermiyor da kullar açısından bakıldığında bir imtihan sonucu veriyor. İşte kullar açısından imtihanın en büyük kazanımı budur. Bu imtihan sonucunda kaybeden, cehennemlik olan, ebedî azaba dûçar olanlar ise bunu tamamen kendi tercih ve seçimleri ile hak ediyorlar. Allah, tercihlerini bu şekilde kullanmak hususunda onları kesinlikle zorlamıyor. Dolayısıyla, hiçbir haksızlık ve adaletsizlik de söz konusu değildir.
Bu konulara ilişkin, Risale-i Nur Külliyatı’nda aşağıda görüleceği üzere daha delilli anlatım bulabilirsiniz.
Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır.
Sözler – 464
Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor.
Sözler – 466
Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.
Sözler – 466
“Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden مِنْ kelimesinden burada bir cebir hissedilmekte ise de hakikatte cebir değildir. Çünkü onların cüz-i ihtiyarlarıyla hasıl-ı bi’l-masdar olan hidayete yürümeleri üzerine Cenab-ı Hak, o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir.
Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dâhilindedir. Fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allah’tandır.”
İşarat-ül İ’caz- 61
“İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyariyesi çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim.” desen o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin!” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.
İşte Cenab-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u cehenneme yetişmesin.
Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”
Sözler-468