Sultan Abdulhamid ve Bedîüzzaman.
Birisine Ermeni ağzıyla kızıl sultan
Diğerine İngiliz ağzıyla hain Said denildi.
Fakat bu iki kahramanın tek gayesi bu memleketin selameti idi. Aleyhlerinde öyle bir propaganda yapıldı ki bu iki zâtı birbirlerine muhalif bile gösterdiler. Lakin hakikat hiç de öyle değildi.
Kahramanların hain, hainlerin Kahraman ilan edildiği bir dönemin arefesiydi o günler.
Bilinmesini isteriz ve tarihi kaynaklar da gösteriyor ki Said Nursî ile Sultan Abdülhamid Han arasında şahsi bir durum söz konusu değildir. Abdülhamid Hân’ı tahtan indiren zihniyet ile Said Nursî’yi tımarhaneye gönderen zihniyet aynı zihniyettir.
Peki aralarındaki mesele nedir?
Bedîüzzaman hazretleri Eski Said döneminde memleketin meseleleriyle alakadar oluyor. Özellikle de Doğu’nun eğitim ve kültür konularıyla yakından ilgileniyor. Hatta Doğu’nun ileride cehaletten dolayı sıkıntı teşkil edeceğini ve birileri tarafından ülkenin aleyhinde kullanılacağını sezdiği için bu hastalığın ve tehlikenin ızdırabıyla İstanbul’a kadar gitmiş, halifeyle görüşmek istemiştir. Ancak padişahla bizzat görüşme mevzuu meçhuldür.
Said Nursî ile Sultan Hamid’in görüşmesine engel olan paşalar araya girerek Said Nursî’yi dinlemiş, âdetleri üzere, ihsan-ı şahaneden vaatler ve hediyeler teklif etmişlerdir.
Bedîüzzaman Said Nursî ise;
“Ben maaş dilencisi değilim, maksadımı tehir ve maaşı tacil etmek ne hikmete mebnîdir?” diyerek teklifi reddediyor.
Bu çıkış sonrası paşalar ile Said Nursî arasında ciddi tartışmalar başlıyor. Üstad Said Nursî’nin Fîzan ve Trablusgarp gibi uzak bölgelere sürülmesi bile gündeme geliyor. Fakat dönemin askeri okullar müfettişi Zülüflü İsmail paşanın teklifiyle tımarhaneye gönderiliyor. Burada bir süre kaldıktan sonra tımarhanenin yetkili doktoru tarafından şöyle bir rapor hazırlanıyor;
“ Eğer Bedîüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.”
Bedîüzzaman Hazretleri böyle bir muamele görürken Sultan Hamid ise devleti ayakta tutmakla canhıraş çalışmaktaydı. Elbette burada satılmış bir kısım paşalar aracılığıyla Sultan Hamid’e yanlış malûmatlar da veriliyordu. Bu fesatçı telkinatlardan uzak kalmak adına Şefkatli Sultan kendini saraya kapatmış ve ancak yakınlarıyla görüşebilmekteydi. Tahsin Paşa da bu konuda, “Padişah ile milletin bir araya gelme durumu, bayram namazlarıyla cuma selamlıklarından ibaretti.” bilgisini vermektedir.
Peki Said Nursi, Sultan Hamid’e düşman mıydı?
Bakınız o dönemde bile müsbet çevre Sultan Abdülhamid’e “Ulu Hakan” derken, Bedîüzzaman’a “Büyük mütefekkir, hatta Müceddid” diyerek hürmet ediyor. Menfi çevreler ise Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” ve Said Nursî’ye “mürteci, vatan haini” diyecek kadar ileri gidiyor. Sadece bu noktadan bakıldığında bile bu iki şahsın masumiyetleri ortadadır.
Bedîüzzaman Hazretlerinin Sultan Hamid’e bir düşmanlığı kesinlikle yoktur. Bunu da eserlerinde belirtmiştir. Sultan Hamid’e “Şefkatli Sultan, Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber!..” gibi ifadeler ile hitap etmektedir. Fakat doğu illerindeki cehaletin izalesi adına Sultanla görüşmek için İstanbul a gelen Said Nursî, menfî paşalardan dolayı Sultanla görüşemediği için bu zamanda kadar hep yanlış anlatılmıştır.
Hatta Bedîüzzaman, Doğu’daki aşiretleri ve İstanbul’daki işçi ve hamalları, ortalığı karıştırmak için kullanmaya çalışanlara karşı Sultan Abdülhamid için şöyle diyor:
“Şimdi de Padişah yine size imamdır, iktida ediniz ki, O ömr-ü ebedîye mazhar olan ma’rifet ve adaleti ile milletini idare edecek.”
“Elhasıl: Efendimiz (Sultan Abdülhamid) o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!..”
Said Nursi hazretlerinin Başka bir nutkundan bir tavsiyesi ise şöyledir;
“Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserâne yapmayacağız (kafamıza göre hareket etmeyeceğiz). Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur. Hem de istibdad zamanında bir batman itaât etmişsek, şimdi on batman itaât ve ittihad lâzımdır.
Bedîüzzaman özetle; Yıldız Sarayı’nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilâfet makâmının adına Zebanî gibi millete zulüm etmeğe, halkı tazib etmeye alışkındırlar. Onları de’fet… ve yerlerine hakikatli yüksek devlet ve din adamları yerleştir.
Böylelikle Yıldız Sarayı’nı ilim, irfan ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Böylece Halifeliğe yakışır bir vaziyet sağlanmakla milletin size ciddi itimadı artar. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalb hastalığı gibi olan zaaf-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.!
İşte bu hakikatli sözler Bedîüzzaman’ın, Osmanlı Hanedanı’na ve Halifelik makamına karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kâfidir.
Hülasa, Sultan Abdülhamid ile Bedîüzzaman ömürleri boyunca devletin bekası, İslam’ın İ’lası için çalışmış, fakat farklı üslup ve fikirlerle bunu yapmaya çalışmışlardır.
Bedîüzzaman genç yaşından itibaren “Milletin kalp hastalığı din zayıflığıdır, baş hastalığı da cehalettir.” diyerek, bunların iman ve marifet ilacıyla tedavi edilmesi gerektiğini anlamış ve ona göre çalışmıştır. Bununla birlikte devletin ancak Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle düze çıkacağını ta o zamandan anlamış dâhi bir şahsiyettir. İstanbul’a geldiğinde Hürriyet’ten evvel herhangi bir eylem veya teşebbüse girmemiş, Şarkın tedavisi için projesini anlatmış, alimlerle ilmi mübaheselerde bulunmuş ve hürriyetin lüzumunu gerekli yerlerde anlatmıştır.
Hürriyet’ten sonra da “Peygamber halifesi,” “Şefkatli ve veli Sultan” gibi ifadelerle Abdülhamid’i alkışlamış, oluşan ortamın daha mükemmele gitmesi ve birilerinin Ülkeyi tehlikeli uçurumlara götürmemesi için, gereken tavsiyeleri bir alim olarak Sultana yapmıştır.
Sultan Abdülhamid veli, takva sahibi ve faziletli bir şahıstır. Bedîüzzaman Hazretleri onun bu yönüne değil idaredeki birtakım eksikliklerine yapıcı eleştiride bulunmuştur. Fakat bu ifadeleri bazı menfi çevreler bu zamana yanlış aksetmişlerdir. Unutmamalıdır ki evliya zatlar birbirlerine yapıcı eleştiri getirebilirler.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra, müspet bildiğimiz birilerinin bile Sultanın aleyhinde ölçüsüz ifadeleri olduğu halde, Onun aleyhinde Bedîüzzaman’ın bir tek kelimesi gösterilememiştir. Hürriyeti hakkıyla muhafaza edemeyen ve sözlerinde durmayan ittihatçıları da aynı üslupla ikaz etmiştir.
Bedîüzzaman aynı benzer tavrı, Ankara’da kurulan yeni hükümete karşı göstermiş, 23 yıllık sürgün ve zindan hayatını göze alıp zulmün karşısında eğilmemiştir.
Bu bilgiler haricinde malumat verenlerin art niyetli olduğunu bilmenizi ister, ilgili şahısları ecnebilerden beslenen yılanların eserlerinden değil, bizzat kendi hayatlarıyla ortaya koydukları mücadeleden görmelerini arzu ederiz.