Bu meselede en kısa ama belki de en veciz, mukni cevaplardan birisi şudur:
“Bir köy,muhtarsız olmaz(1)
Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz(2)
Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun(3)
Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?(1)
Ve bu kadar çok servet ki; her saatte bir şimendifer
{(Haşiye): Seneye işarettir. Evet bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaibden gelir.}
gaibden gelir gibi kıymetdar, musanna’ mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor.Nasıl sahibsiz olur?(2)
Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir?(3)
Sen anlaşılıyor ki; bir parça firengî okumuşsun.
Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun.
Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel; en büyük fermanı sana okuyacağım.” (Sözler – 49)
Hüve nüktesinde geçen şu kısım da çok etkileyicidir:
“…bir nokta beyaz kâğıtta, iki-üç nokta konulsa karıştığı(1),
bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı(2)
ve bir küçük zîhayata, çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği(3)
ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddid kelimelerin beraber çıkması ve girmesi intizamını bozup karışacağı halde(4); aynelyakîn gördüm ki:
هُوَ (hüve) ‘nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda herbir parçası hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar,harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını(1);
hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını(2)
ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek,geri kalmayarak intizam ile taşıdığını(3);
hem binler ayrı ayrı kelime,ayrı ayrı tarzda,manada o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp,hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip,o gayet incecik lisanlardan çıktığı(4) ve o her zerre ve her parçacık,bu acib vazifeleri görmekle beraber kemal-i serbestiyet ile cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatın şehadeti ve lisanıyla لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor…
Ben aynelyakîn müşahede ettim.
Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi,iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti,kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki; bu işlere medar olabilsin.Bu ise,zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.
Öyle ise bu sahife-i havanın hakkalyakîn, aynelyakîn,ilmelyakîn derecesinde bedahetle Zât-ı Zülcelal’in hadsiz gayr-ı mütenahî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuunatında bir levh-i mahv-isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.”
(Sözler – 161)
Ve hâkeza bunun gibi çok yerler var.
En büyük sebep olarak telakki ve kabul edilen güneş ve insanlar üzerinden gidilerek de, ateistlere bir düşünme fırsatı verebiliriz; şöyle ki:
1) “Güneşle alakalı”
“…hangi müsebbebe(neticeye) ve masnua(bitki, hayvan vb ibretli sanat eserlerine) baksan o derece hârika bir san’at var ki; değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbab(sebepler) toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler(aciz ve yetersiz kalacaklar).
Meselâ: Büyük bir sebeb zannedilen güneşi; ihtiyarlı(iradeli),şuurlu farz ederek ona denilse: “Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?” Elbette diyecek ki: “Hâlıkımın(Yüce Yaradan’ın) ihsanıyla dükkânımda ziya(ışık), renkler, hararet çok.
Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki; ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dâhilindedir.”
(Sözler Shf:680’den alıntı yapılmıştır)
2) ”İnsanla alakalı”
“…çok yerlerde ve müteaddid(birçok) Sözlerde kat’î isbat etmişiz ki:”Esbabda(sebeplerde) hakikî tesir-i icadî(yaratma etkisi) yok.”
Şimdi yalnız bu kadar deriz ki: Esbab(sebepler) içinde, bilbedahe(şüphesiz) en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi(geniş)’,insandır. İnsanın dahi en zahir ef’al-i ihtiyariyesi(görünen günlük sıradan fiilleri) içinde en zahiri; ekl ve kelâm ve fikirdir.
Yani: Yemek, söylemek, düşünmektir.
Şu yemek, söylemek, düşünmek ise; gayet muntazam(düzenli), acib, hikmetli birer silsiledir.
O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına(irademizin eline) verilen ancak bir cüz’üdür(bir parçasıdır).
Meselâ: Yemekten, bedenin tagaddi-i hüceyratından(hücrelerin gıdalandırılmasından) tut, tâ semeratın teşekkülüne(vücut hücrelerinin, doku ve organlarının tamiri ve yenilenmesi gibi) kadar olan silsile-i ef’al(zincirleme fiiller) içinde, insanın dest-i ihtiyarına(irademizin eline) verilen yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir.”
(Sözler Shf:608’den alıntı yapılmıştır)
Gelelim Bigbang teorisine; Bu teori aslında yaradılış gerçeğini destekleyen bir teoridir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, İşarat-ül İ’caz kitabında tâ 100 sene önce; bu kâinatın yani evrenin, büyük bir patlama sonucunda ortaya çıkmış ve yaratılmış olduğunu nazara vermektedir.
Bu patlamayı da “Cenab-ı Hakk’ın sonsuz-sınırsız kudretinin tecellisi” tabiriyle ifade etmektedir. Yani; “Bigbang” denilen patlama; aslında Yüce Yaratıcının sınırsız ve sonsuz gücünün bütün ihtişamıyla tecelli etmesi demektir.
Ve bu patlama, tahrib edici değil; bilakis tamir ve inşa edici bir patlama olmuştur.
Söz konusu izahat şöyledir:
كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا
(“Onları,birbirinden ayırdık”) (Enbiya, 30)
âyeti ise; ikisinin(uzay ve dünya) bir maddeden beraber halkedilmiş(yaratılmış) ve sonra birbirinden ayırdedilmiş olduklarını gösteriyor.
Şeriatın nakliyatına(Kur’anın tarifine göre) nazaran; Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır.
Sonra o maddeye tecelli etmekle(Bigbang=Büyük patlama) bir kısmını buhar(gaz bulutu), bir kısmını da mayi(maddenin plazma hali) kılmıştır; sonra mayi(plazma) kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip(yoğunlaşıp) “zebed” köpük kesilmiştir; sonra Arz veya yedi küre-i arziyeyi(dünyadaki yaşam şartlarına benzer 7 gezegeni) o köpükten halketmiştir(yaratmıştır).
Bu itibarla herbir arz(gezegen) için hava-i nesîmîden bir sema(atmosfer tabakaları) hasıl olmuştur.
Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle(yayarak,genişleterek=bilim çevrelerince kabul görmüş olan Evrenin genişleme teorisiyle birlikte düşünelim) yedi kat semavatı tesviye edip(uzayı,galaksileri düzene koyup belirli bir seviyeye getirip) yıldızları içine zer’etmiştir(tohum ve çekirdekler gibi ekmiştir) ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan(yıldızları içinde barındıran) semavat in’ikad etmiş(uzay alemi toparlandırılıp), vücuda gelmiştir.
Hikmet-i cedidenin nazariyatı(astronomiye göre) ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye(güneş sistemi) ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaatı, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi’ buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i nârî(akıcı ateş kitlesi yani plazma) hasıl olmuştur; sonra o mayi-i nârî bürudet ile(soğuyarak) tasallüb etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır.
O parçalar tekâsüf ederek(yoğunlaşarak) seyyarat(gezegen) olmuşlardır; şu Arz da onlardan biridir.
Bu izahata tevfikan(uygun olarak),şu iki meslek(Kur’an ve yeni fenler) arasında mutabakat(uygunluk) hasıl olabilir. Şöyle ki:
“İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” manasında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye(güneş sistemi) ile Arz,dest-i kudretin madde-i esîriyeden(esîr maddesinden) yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş.
Madde-i esîriye(esir=pozitron-quark-foton gibi atom altı parçacıklar olabilir), mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.
وَ
كَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ (Hud,7)
âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki; Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş.
Esîr maddesi yaratıldıktan sonra; Sâni’in(Yüce Sanatkar’ın) ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur.
Yani esîri halkettikten(yarattıktan) sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir(atoma dönüştürmüştür).
Sonra bir kısmını kesif(yoğun ve katı) kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn(canlıların üzerinde yaşayabiliceği) olmak üzere yedi küre(gezegen) yaratmıştır. Arz(dünya),bunlardandır.”
(İşarat-ül İ’caz Shf:187’den alıntı yapılmıştır)