Semavi dinlerin mensuplarını, herhangi bir ilahi dini kabul etmeyenlerden en açık şekilde ayıran sorulardan biri, ölümden sonra dirilmeye ilişkin inançlarıdır ki, buna haşir akidesi diyoruz. Bütün semavi dinlerde, ölülerin dirilişi, hesap gününde bireyin inancı ve amelleri karşılığında verilecek olan sonsuz ödül(cennet) veya sonsuz ceza(cehennem), ahiret inancının temelini teşkil eder.
Bedenimiz ve dünyamız, ebedi olarak yaşamaya müsait değildir. Bedenimiz, yorulmaya, hasta olmaya, bozulmaya müsait iken, dünyamız da eskimeye, yıkılmaya ve bozulmaya mahkumdur. Demek bunlar ebedi bir hayat için yaratılmamışlardır.
“Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.” (Sözler-530)
Kâinatı ve gidişatını dikkatlice tetkik ettiğimizde, her şeyin âhiret hayatına işaret ettiğini görürüz.
Meselâ, insanın duygu ve cihazlarına baktığımızda bu duygu ve cihazlar hâl dili ile bize; “Biz âhiret için tanzim edilmişiz, biz bu gelip geçici dünya ile tatmin olmayız.” demektedirler. Hatta insanın en zayıf duygusu hayal bile bu dünya ile mutmain olmuyor, olamıyor. Demek bu cihazların tatmin olabileceği bir âlemin, yani âhiretin olması gerekiyor. Her insanın en büyük arzusu ebedî yaşamaktır, ama dünya hayatı fanidir. Demek bu arzunun karşılık bulacağı bir âlem vardır, o âlem ise ahirettir.
Ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü nurani âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir. Mesela Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, ma’hud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.(Şualar-755)
Öldükten sonra dirilme için hiçbir engel hiçbir mâni bulunmuyor. Zira bu dirilişi yapacak olan Allah’ın kudreti sonsuz, vaadi kesin ve ahiretin inşasını gerekli kılan gerekçeler çok fazla. Bütün bunlar bir araya geldikten sonra haşrin önünde bir engel, bir mâni kalmıyor ki inkâr etmekte inat ve ısrar edilsin.
Allah’ın her bir ismi ayrı ayrı ahiretin yaratılmasını gerekli kılan güçlü birer faktör oluyor. Mesela, bir mazlumun bir zalimden hakkını almadan bu dünyadan göçüp gitmesi eğer daimi olsa; bundan bir zulüm kokusu gelir. Cenab-ı Hakk’ın adaletine ve hikmetine bu durum muvafık düşmez. Ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor yoksa bakılmıyor değil.
Evet, insan bu dünyada ne ekerse, karşılığını ahirette görür. İnsan bu dünya hayatında iman eder ve ibadetlerini yaparsa, bunların mükafatını cennette görür.
Şayet insan bu dünyada inkâra düşer ve ibadetlerini terk ederse, bunların da cezasını cehennemde görür.
Tarlada ektiğimiz tohumların meyvesinden başka meyve almadığımız bir vakıadır. Dünya da insanın ebed yolculuğunun ne şekilde olacağını, şekilleneceğini ve nasıl sonuçlanacağını belirleyen hayati öneme sahip bir tarladır.
Risale-i Nur Külliyatı’nda bu mesele şöyle izah edilmektedir:
“…en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i sanat olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor.
Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.
Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan “O mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk.” denilir.
İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi; yer altına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkiye sümbülü verecektir.”
(Mektubat-8)
Sonsuz cennet de ebedi cehennem de bu dünya hayatında kazanılıyor. Bu nedenle akıllı bir adamın dünyaya bakışı; adaletin bu dünyada tam olarak gerçekleşmediğini, zalimlerin hak ettikleri cezayı mazlumların ise hak ettikleri mükafatı görebilmeleri için ölüm ve kabir hendeğini aşmaları gerekmektedir. Mesela, Hz.Yusuf (a.s.) Mısır azizliği ve peygamberlik gibi makamlara ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Züleyha’nın atıldığı hapis yoluyla nail olmuştur. Yine anne rahmindeki bir çocuk, o karanlıklı sıkıcı dar tünelde çektiği 9 aylık süreçten sonra anne rahminden çok daha geniş bir dünyaya gözlerini açıyor. Bu 9 aylık sıkıntılı süreci çekip 90 senelik ömür sürenleri biliyoruz.
İşte bizler de ölünce, bir anne rahmi gibi olan toprağın karnına girip bir müddet bekletildikten sonra binlerce dünyayı içine alacak genişlikte olan ahiret alemine gözlerimizi açacağız İnşaallah.
Bu dünya ebedi kalmamız için yaratılmış bir menzil değildir. Cenab-ı Hak; bütün isimlerine kapsamlı bir ayine olabilmemiz, yaradılışımızda ekilen kabiliyet tohumlarının büyütüp geliştirebilmemiz ve maddi-manevi her sahada ilerleme kaydedebilmemiz için Hakîm-i Ezeli olan Yüce Rabbimiz; Hz.Adem babamızı eşiyle beraber ebediyet aleminden (Cennetten) çıkarıp ölümlü olan bu dünyaya yani yeryüzüne indirmiştir.
“…bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvaline dikkat edilirse anlaşılıyor ki: Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakk’ın ebedî ve sermedî olan “Dârü’s-selâm” menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.
Maahâzâ o lezzetlerden hiç kimse tam manasıyla muradına nâil olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak, o lezzetler ve o nefis şeyler ibret ve şükre sevk içindir. Çünkü onlar Cenab-ı Hakk’ın ehl-i iman için cennetlerde ihzar ettiği hakiki nimetlere numunelerdir.
Ve o müzeyyen masnuat-ı fâniye, fena ve adem için değildir. Ancak onların suretleri ve misalleri, manaları, neticeleri alınır; âlem-i bekada, ehl-i beka için ebedî manzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedî âlemde, Sâni’-i Ebedî istediği şekillere sokar. Çünkü o masnuat, beka içindir. Onların o zahirî ölüm ve fenaları; vazifelerinden terhistir, idam değildir.
Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Mesela, kudret-i Ezeliyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak! Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi akıllarda da akıllar adedince manaları kalır. Kezalik o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hâfızalarında ve halefiyle hamile olan tohumlarında suretleri, manaları bâkidir. Demek o gülün tohumu olsun, kuvve-i hâfızalar olsun; o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekası için birer menzildir.
Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak onun da bütün harekât ve ef’ali yazılıyor, tesbit ediliyor ve a’malinin neticeleri hıfzediliyor ki muhasebe-i kübrada ona göre derece alsın.”
Ve İşarat-ül İ’caz tefsir kitabının 176.sayfasında bizim aslında başlangıçta da bir hayatımızın olmadığını, Yüce Rabbimizin bize hayatı bahşettiğini, sonra bizi öldüreceğini ve sonra yeniden bakî bir hayat vereceğini ve en nihayet kendisine rücu edeceğimizi yani dönüşümüzün O’na olacağını şu Ayet-i Kerime ile kat’i bir şekilde bildirmektedir:
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمٖيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيٖيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Yani “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, o size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücû edip gideceksiniz.” (Bakara,28.ayet)
Kalpteki aşk-ı bekaya bu dünya hayatı kifayet etmiyor. Kalp, ebedî yaşamayı arzu ediyor ama bu dünya hayatı geçici ve fanidir. Ve o kalbin o kadar çok emel ve arzuları vardır ki, bu dünyada binden birisine eli yetişemiyor.
Ruh da latif ve nuranî bir varlıktır, dünyevî-cismanî kayıtlardan sıkılır ve bunalır. Ceset kafesinde, kayıtlar içindedir. Demek ruhun mahiyeti de bu maddî dünyaya razı değildir, daha nuranî ve latif olan ebedî bir âlemi talep ediyor.
Akıl da tam kapasitesini bu dünyada kullanamıyor. İnsanın aklî melekesini kayıtlayan ve hakikatleri görmesini engelleyen o kadar çok sebepler var ki, akıl bu kayıt ve engellerden dolayı bazen en zâhir bir hakikati bile göremeyebiliyor. Akıl da ancak âhiret âleminde tam manasıyla kemaline erişecektir.
Ezelî ve ebedî, Vacibü’l-Vücud olan Allah mutlak yokluk mefhumuna müsaade etmez. Ölenler yokluğa gitmeyip, Üstad’ın ifadesiyle daire-i kudretten daire-i ilme geçerler ve Allah’ın ilminde varlıklarını sürdürürler. Ruh, zaten Allah’ın ibkasıyla bakidir ve haşir hadisesiyle ahiret alemine layık yeni bir bedene kavuşacaktır. Bu da ancak bir son ve yeni bir başlangıçla olabilir.
Yediğimiz hayvansal ve bitkisel gıdaların midemizde vefat edip defnolunduktan sonra insaniyet mertebesine yükselmeleri gibi bizler de ehl-i iman olarak ölüm vasıtasıyla Cennet’e layık bir mertebeye erişebilmek için kabre defnolunuyoruz.
Kâinat ağacının meyvesi olan insan bu dünya için yaratılmış olamaz. Çünkü ağaç meyve için yetiştirilir. Ahiret olmasa, bu insan meyvesi, kendi ağacı içinde defnedilerek hapsedilmiş gibi olur.
İnsanın kalbini, aklını ve vicdanını dünya hayatı doyurmaz. Onun hakiki lezzetleri “ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.” İnsan bu ulvi değerlerde terakki etmekle Bediüzzaman Said Nursi Hz.nin ifadesiyle “cennete layık bir kıymet” almış olur.
Kısacası, kâinattaki nizam insanı netice vermekte ve insanın cennete layık bir kıymet almasıyla da kâinat bir mana kazanmaktadır. Aksi halde; kâinattaki nizam, esassız ve manasız olur.
“Öyle ise, nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.”
İşte kâinatı, her şeyiyle, sonsuz hikmetler taşıyan ve insan meyvesi veren muhteşem bir ağaç şeklinde yaratan Cenâb-ı Hak, onun meyvelerini hiçliğe ve yokluğa atmaz. İnsan da bekaya müteveccihtir, beka ister.
Bu dünya hayatında zıtların birlikte bulunmalarıyla ortaya çıkan tağayyür ve tahavvüller o âlemde son bulacak, zıtlar tasfiye edilecektir. Yani bu dünyada, meselâ, elem ve lezzet birlikte bulunduğu halde, ahirette elemlere hiç sevinç karışmayacağı gibi, sevinçlere de hiç elem girmeyecektir. Bu tasaffi neticesinde, bütün lütuflar ve ihsanlar Cennet âleminde, bütün kahır ve cezalar da Cehennem’de toplanacaktır.
Saltanat-ı ulûhiyet; Allah’a mahsus olduğu gibi, meselâ, rezzâkiyet saltanatı da O’na mahsustur. Ondan başka Rezzâk yoktur. Aynı kâinat fabrikasından hem rızıkları süzüp yaratıyor hem de rızıklananları… Sofrayı yaratan da O, misafirleri yaratan da O’dur.
Rubûbiyet ve Rezzâkiyet gibi, Hâlıkıyet, Mâlikiyet, Hâkimiyet, Müdebbiriyet, Musavviriyet saltanatları da O’na mahsustur.
Bu saltanatlar İlahî fiillerin her biri için de aynen geçerlidir. İhya ve imate fiilleri ayrı birer saltanattan haber verirler. Ondan başka hayat veren ve hayatı alan yoktur. Tasvir, tezyin, tenvir de ayrı birer saltanatı ders verirler. O’ndan başka Musavvir ve Müzeyyin yoktur. Güneşin sûretini takan ve onu ziya ile süsleyen Allah olduğu gibi, çiçeğe o güzel sûreti veren ve renklerle bezeyen de O’dur.
Saltanatın varlığı kadar devam etmesi de çok mühimdir. Saltanatın bütün haşmeti ve kemali ile edilip teşhir edileceği ve ebedî olarak devam edeceği mekân ise, âlem-i ahirettir..
Zira sonsuz bir Ulûhiyet saltanatının, gelip geçici, fani, kararsız bir memleket ile kendini izhar ve ilan etmesi mümkün değildir. Ahiret hayatı bu açıdan saltanat-ı ulûhiyetin sermedî ve kararlı bir memleketi olacaktır.
Ölüm hendeğinin atlanmasıyla berzah âlemine geçiliyor ve ebed yolculuğuna devam ediliyor. Yani, berzah safhasından sonraki, “diriliş, mahşer, mizan, sırat” safhaları da sâlimen geçilerek, inşallah, ebedî saadet mahalli olan cennete varılacaktır.
Zaten, “ölüm” ruhun bedenden ayrılmasıyla dünyadan kabre göçmenin, Ba’s, yani diriliş de kabirden mahşere çıkmanın ismidir.
Ruh aynı ruhtur. Fakat onun ebediyet yolculuğunun her bir safhası ayrı bir isimle yâd ediliyor.
Yukarıda da özet olarak ifade ettiğimiz gibi, insanın duygu ve latifelerinin anatomisi bu dünya için olmadıklarını gayet zahir bir şekilde ortaya koyuyor. Tıpkı anne karnındaki bir çocuğun azalarını, anne karnında kullanamaması, bu azaların kullanabileceği başka bir dünyaya işaret etmesi gibi…
Nasıl anne karnındaki bebeğin azaları dünyaya işaret ediyor ise, aynı şekilde dünya da ahiret alemine nispetle anne karnı gibi dar ve sınırlı olduğu için, insanın latife ve duyguları ahiret alemine işaret ediyor denilebilir.
Dünya hayatı insan mahiyetine dar gelen bir elbise hükmündedir. Bu da insanın bu dünyaya ait olmadığının en büyük ispatıdır. İnsanın talep ve arzularının bitmemesi ahirete işaret eden küçük bir levhadır. Ama insanoğlu peygamberleri dinlemeyip kendi akıl ve hevasının peşinde gittiği için, ahirete bakan duygularını dünyanın gelip geçici işlerine sarf ediyor. Bu da o duyguları tatmin etmediği için ruhi sıkıntı ve azaplar başlıyor.
Özetle bu dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kafi gelmeyecek kadar dar ve fanidir.
Bu dünya bir imtihan yeridir. Bu imtihandan başarılı olan kullar ise ebedi hayata mazhar olacaklardır. Ölüm bu imtihan dünyası ile ebedi hayat arasında bir geçiştir. Ölüm görünüşte bir yok oluş veya bir yıkım gibi gözüküyor olabilir, ancak ölüm hakikatte bir mekan değişikliğidir, bu dünyanın çileli hayat külfetinden bir kurtuluştur.