Böyle bir soru ilk defa bu asırda sorulmuyor. Dönem dönem sorulan bir soru. Hatta Peygamber Efendimiz’e (asm) soruluyor ve Efendimiz (asm) İhlâs Suresi ile cevap veriyor. Bu soruya bu cevap elbette kâfidir. Fazla bir izaha ihtiyaç yoktur. Lakin bu asrın insanının aklı gözüne indiği için gördüğünden başka bir şeye inanmıyor. Bu tarz sualleri soranlara cevap olması adına, İhlâs Sûresini biraz anlamaya çalışalım.
Meâlen,
“De ki: O Allah’dır, Ehad’dir. (O) Allah’tır, Samed’dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.”
buyurulmaktadır.
Bu sure; Allah’ın varlığının, ezeliyet ve ebediyetinin(yüce varlığının başlangıcının ve sonunun olmadığının), birliğinin, eşi ve dengi olmadığının en güzel, en câmi bir ifadesidir ve Kur’ân-ı Kerîm’in tevhid noktasında bir özeti gibidir. Peki “Samed” ne demek, doğmamış olmak ne demek, biraz da bunların üzerinde duralım.
Kozmolojiye göre evren genişliyor. Kur’an da bunu doğruluyor.
Cenab-ı Hak, Zâriyat Sûresinde meâlen
‘’Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz (onu sürekli) genişletmekteyiz.’’
buyuruyor. Yani bundan neyi anlıyoruz? Şayet bir genişleme varsa, bunun bir başlangıç noktası var demektir. Siz buna ilk yaratılış ya da Bigbang diyebilirsiniz. Adına ne derseniz deyin, bir başlangıç var. Şimdi burada soru şu: İlk başlangıç, bir ve tek olan, her şeye hâkim olan bir Zat’a verilse mi daha akla uygun olur ? Yoksa şuursuz ve kendini bile idare etmekten aciz olan atomlara, zerrelere vermek mi daha akla uygun olur? Sürekli olarak değişen ve tazelenen maddeye ezeliyet vermek mi daha akıllıca olur? Yoksa, bir ve tek olan, değişmeyen, doğmayan, doğurmayan bir Zat’a ezeliyet vermek mi daha akıllıca olur ? Elbette Her şeye hâkim ve her şeyi idare eden bir Zat olması gerekecektir ki Yaratıcı olsun. Yoksa Yaratıcılık özelliğinden uzak bir şey, yaratıcı olamaz, ‘’Vâcib’ül Vücud’’ olamaz.
Burada bir misal verelim. Bir heykel düşünün. Bunun bir sanatkârı var ve ona heykeltraş deriz. Peki o heykeli kim yaptı denilirse? Haydi ona da ikinci bir heykeltıraş diyelim. Peki ya sonra? Bu bizi bir ilk heykeltıraşa kadar götürecektir. Burada ilk yaratıcıya bir başka yaratıcı isnad edemeyiz. Çünkü kuvveti ve kudreti kendindendir. Bu hakikati güneş misali ile akla yakınlaştıralım. Güneşin ışıklarını arabanızın camında, evinizin çatısında, ayın suretinde ya da denizin yüzeyinde görebilirsiniz. Bunların hepsi güneşin bir cilvesidir diyebilirsiniz, ama güneşin kendisi diyemezsiniz. Aynen bunun gibi yaratıcı, yarattığı cinsten değildir. Eğer aynı cins olsa zaten yaratıcı olamaz.
Mesela;
Bir cami kubbesindeki taşlara intizamlı bir vaziyeti; ancak taş cinsinden olmayan bir usta verebilir. Veya, bir taburdaki rütbesiz askerlere düzenli bir vaziyeti; ancak binbaşı rütbesindeki bir kumandan verebilir.
Buna “Mübayenet-i mahiyet” yani; Cenab-ı Hakk’ın Zat-ı Akdes’inin yarattığı mahlukatın hiçbirinin mahiyetine benzememesi anlamına da gelen ve yüce Allah’ın zatî sıfatlarından olan “Muhâlefetün li’l-havâdis” diyoruz. Dolayısıyla sorulan bu soru teknik olarak hatalıdır. Ayrıca aklımız, yaratıcının mahlûk olmadığını bize ders verir. İşitemeyen bir zat, işitebilen bir varlığı nasıl yaratacak? Ya da konuşamayan bir zat, konuşabilen bir varlığı var edebilir mi? Senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta; göze o gözlüğün yakıştığını görür, ona göre verir.
Öte yandan, var olan kanunlar da şuurlu değildir ki kendi kendilerine işleyebilsin. Gördüğümüz her kanunun arkasında sonsuz bir ilim-irade ve kudret vardır, bu sıfatlar ise Ezeli ve Ebedi olan yüce Allah’a mahsustur. Maddenin ezeli olduğu inancını, sadece akılla giden filozoflar kabul etmiştir. Halbuki bir kanunun, kudret olmaksızın işlemesi mümkün değildir. Hülâsa,bu misallerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın sonsuz ilim-irade ve kudretine dayanması zaruridir. “Cenâb-ı Hakk’ı -hâşâ- kim yarattı?” diye soru soranlar, nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını bilmelidirler.