A.1-2-3) Fıtratlarında Mevcud Olan Hissiyatların Latifelerin Yüzlerini; Hayat-I Ebediye’ye Ve Hayırlı Şeylere Çevirtebilmek Mecralarını Değiştirmek Ve Onlara Rıfk, Adalet, Mülayemet Ve Kavl-i Leyyin İle Nasihat Edebilmek.
A-1) “…Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:
Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.
İşte insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a’mal-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.
Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey’e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey’e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.
İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.
İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!” Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur. (Mektubat – 33)
A-2) “…hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- Emeviye Devleti’nin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ fermanıyla; rıfk ve adaleti tavsiye etmiş.” (Mektubat – 103)
A-3) “…Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk ve temeyyüz daiyelerinden, şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus safî meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehabet ve beşaşetle karışık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsâr-ı üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar.” (Tarihçe-i Hayat – 326)
A.4-5) Gerek Medreselerimizdeki Gençlere Ve Gerekse De Kendi Evlerimizdeki Genç Evladlarımıza Yönelik Telkinat Ve Tavsiyelerimizde; Celal Noktasında İfrata Varmamak Gerek!
A.4) “…evet kahr ve cebr ile; zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir.
Fakat bütün kalblere¹, fikirlere², ruhlara³ icra-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetinin muhafaza ve ibka etmek, -en büyük hârika olmakla- ancak nübüvvetin hâssalarından olabilir.
Dördüncü nükte:evet tehditlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’î dir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şuâ-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir.”
(İşarat-ül İ’caz – 109)
A-5) “…biraderzadem olan o müftünün oğluna deyiniz ki,benim tarafımdan âhiret kardeşim ve Kur’an hizmetinde arkadaşım ve meşreben celalli olan pederine yazsın:
Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki; beraber götürdüğü envâr-ı kur’aniyenin suhulet-i intişarları için irşad ve nasihatında فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا âyetindeki lütf-u irşadı kendine rehber etsin” (Barla – 251)
A.6-7) Kavl-i Leyyin ile Alakalı Bir İki Yer
A-6) “…Onaltıncı Mektub
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Şu mektub فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا sırrına mazhar olmuş, şiddetli yazılmamış.” (Mektubat – 61)
A-7) “….Bu risalenin sebeb-i te’lifi; gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ana hücum edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti (kalbe) kaleme verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir. (Lemalar – 176)
A-8) Gençlerimize Karşı Mütevazi ve Mültefit Bir Tavır Sergilememiz Gerek!
“…Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerin, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilm-i hali bilmiyor gibi görünür; birden, bakarsın bir derya kesiliyor.
Me’zun olduğu mikdarı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i ekrem aleyhissalâtü vesselâm’dan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde;yeni ay gibi mahviyet gösterir.Bende nur yok, kıymet yok der. Bu hasleti de tam tevazu’dur ve
مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ hadîsiyle tam âmil olmasıdır. İşte bu haslet îcabatındandır ki; bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. “mâşâallah, siz benden daha iyi bildiniz, Allah razı olsun” der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı mes’elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam; güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel birşey söylemiş isem çok memnun olur.” (Tarihçe-i Hayat – 212)
B) Üstad Hazretleri’nin Çocuklara ve Gençlere Karşı Tavır ve Muamelesi ve Onlara Verdiği Ziyade Ehemmiyet
B-1) “…….Üstad’ın masum çocuklarla sohbet ve muhaveresi ise; çok ibretli ve saadetlidir. Emirdağı ve civarı köylerinde, yanına gelen masumlara, büyükler gibi ehemmiyet verip, kalben onlara müteveccih olurdu. “Evlâdlarım! Siz masumsunuz, daha günahınız yoktur. Ben çok hastayım, bana dua ediniz, sizin duanız makbuldür. Ben sizi manevî evlâdlarım ve talebelerim olarak duama dâhil ettim.” derdi.
O çocuklar, gözlerinden akan muhabbet nurlarıyla Üstad’ı selâmlarlar; Üstad, gafil büyüklerden ziyade, onlara samimî ve ciddî selâm ederdi.
Ve “Bunlar istikbalin Nur talebeleridir. Bana olan bu alâka ve teveccühlerinin sebebi ise:Masum ruhları hissediyor ki; Risale-i Nur, onların imdadına gelmiş. Ben de o Nur’un bir tercümanı olmam hasebiyle, gayr-ı ihtiyarî bu fedakârane muhabbet ve alâkayı gösteriyorlar.” derdi.
Üstad, yanına gelen gençlere de; daima nur derslerini okumalarını, zamanın ahlaksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek; namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden, belki binlerce gençler intibaha gelmişlerdir.” (Tarihçe-i Hayat – 465)
B-2) “…Kastamonu’ya ilk teşrif ettikleri zaman çocuklar, bir bedbaht şaki tarafından teşvik edilip, abdest almak için çeşmeye çıktıkları vakit taş atmışlar. Fakat Üstadımız daima gördüğü eza ve cefalara ulü’l-azmane sabır ve tahammül eder. Hem safa-yı sadre ve selâmet-i kalbe mâlik olduklarından, o çocuklara dahi hiddet etmeyip buyururlardı ki:
“Bunlar Sure-i Yâsin’den mühim bir âyetin nüktesini keşfime sebeb oldular” diye onlara dua ederlerdi.
Sonra bu çocuklar, Üstadımızın duaları bereketiyle şâyan-ı hayret bir hal kesbettiler ki; Üstadımızı uzak-yakın nerede görürlerse, koşarak yanına gelirler, mübarek elini öperler, duasını alırlardı.” (Tarihçe-i Hayat – 328)
B-3) “…Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” (Asa-yı Musa – 23)
B-4) “…İşte bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki; Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan çok tekrar ile en ziyade
رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ve خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ
âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektebli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek: “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun.” dediler. (Asa-yı Musa – 26)
B-5) Onüçüncü Sözün İkinci Makamı:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
[Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.]
Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız” diye, Risale-i Nur’dan meded istediler.
Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok.” (Sözler – 142)
B-6) “…Üstadımız Eski Harb-i Umumî’de Rusya’daki esaretinde anlamış ki; manevî tahribat ile gençleri ifsad eden tehlike memleketimize de gelecek diye telaş edip, bütün kuvvetiyle o vakitten beri tahribat-ı maneviyeye bir siper olmak için Gençlik Rehberi gibi çok eserler yazdı. Kur’an-ı Hakîm’in derslerini neşretti. Lillahilhamd pekçok gençleri kurtarmaya vesile oldu…
Şimdi ehl-i siyaset madem müsalemet-i umumiyeyi ve ittihad-ı milleti istiyor; çabuk, Pakistan’ın dahi ehemmiyetle nazara alıp ve Essıddık mecmuasında neşrettiği risalenin intişarına müsaade etsin.” (Emirdağ-2 – 181)
B-7) “…Ankara’da üniversiteli talebeler ve muhterem hamiyetperver zâtlar, Risale-i Nur mecmualarını matbaalarda tab’ ile her tarafa neşrine, bilhâssa yeni harfle istifadeye muntazır kitlenin ellerine ulaşmasına çalıştılar. Risale-i Nur’un küllî neşriyatını gençliğin, mekteblilerin deruhde etmeleri, bu hususta büyük fedakârlık göstermeleri ise; bu millet ve vatan için büyük bir saadet oldu. Çünki hiçbir şahsî menfaat taleb etmeden ve yalnız rıza-yı İlahî için hareket etmeleri; onların, bu asil milletin hakikî evlâdları olduğunu gösterdi.” (Tarihçe-i Hayat – 674)
B-8) “…Aziz, sıddık kardeşim Osman Nuri! Madem Cenab-ı Hak, senin kudsî niyet ve ihlasınla Ankara’da en mühim genç Said’leri senin etrafına toplamış. Madem Ankara’da benim bulunmamı lüzumlu görüyorsunuz. Ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüshalarımı, o küçük Medrese-i Nuriyeme benim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said’ler, seninle komşu olurlar. Hem fedakâr evladın çok fevkinde sadakatla şimdiye kadar hizmetleriyle herbiri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahmanlarım hükmünde Sungur, Ceylan, Tillo’lu Said, Sâlih, Abdullah, Ahmed, Ziya gibi genç ve çalışkan Said’leri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak benim bedelime o küçücük Medrese-i Nuriyeye nezaret ve bir nevi dershane olarak re’yinize bırakıyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî (Emirdağ-2 – 44)
B-9) “Çok muhterem kardeşimiz Sâlih
Üstadımız sana ve iki dindar ve hakikî milletvekillerine çok selâm ve dua eder, sana ve onlara “Bin bârekellah” der.
Üstadımız diyor ki:
“Ben çok zaman evvel bekliyordum ki, Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahib olmağa çıksın. Çünki orası hem Anadolu’nun, hem Arabistan’ın, hem Kürdistan’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse, o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki, Seyyid Sâlih gibi gençliğin bir kahramanı ve o havalinin çok kıymetdar ve hamiyetkâr ve dindar iki milletvekili Nurlara sahib çıkmağa başladılar.”
(Emirdağ-2 – 188)
B-10) “…İkinci mahkeme gününde, Risale-i Nur Külliyatından çok istifade eden birçok üniversite talebeleri ve ehl-i irfandan müteşekkil büyük bir kalabalık mahkemeyi dinlemek üzere erkenden koridorları doldurmuşlardı. Üstad alkışlarla, üniversiteli nur talebelerinin kolları arasında mahkeme salonuna girdi; maznun sandalyesine oturdu. Avukatlar da geldiler, yerlerini aldılar. Mahkeme salonunda müdhiş bir izdiham vardı. Binlerce kişi mahkemeyi dinlemek üzere salona girmek istiyor, kalabalık dalgalar halinde kapılardan taşıyordu. Bu hâdisenin zahirî heybet ve ihtişamının aksettirdiği mana, daha muazzam ve daha haşmetli idi. İslâmiyet nurunun mücessem bir timsal-i müşahhası olan Said Nursî’ye, dinî kültürden mahrum olarak yetiştirilen gençlik, ta’zim ederek minnettarlığını ifade ediyordu. Güya lisan-ı halleriyle: “Ey yirminci asrın zulümatını Kur’anın nuruyla yaran, ehl-i İslâma nurlu ve beşaretli ufuklar gösteren, insanlığı fıtratına münasib yüksek ve ebedî saadete davet eden büyük mücahid! İnsanlığa, bâhusus bu vatan evlâdlarına yaptığın büyük hizmeti, bizler şükranla karşılıyoruz. Ve istikbal dahi seni takdirle yâd edecektir. Sen manen ölüme yüz tutan bir nesli, maneviyat âb-ı hayatına kavuşturan bir hekim olarak çok kıymetdar ve yüksek bir hizmeti îfa ettin. Yokluğa, ebedî şekavete atılmak istenen bir milleti ve gelecek nesillerini, Kur’anın nuruyla ebedî saadete ulaştırmaya ve Allah’a kavuşturmaya çalıştığını ve hayatını bu uğurda feda ettiğini biliyoruz…
İmanlı nesiller seni takib edecektir
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir…diyorlar.” (Tarihçe-i Hayat – 648)
B-11) “…Bayramdan bir mikdar sonraya kadar burada kalmaklığımın bir sebebe binaen lüzumu var. Bir-iki ay sonra Medresetü’z-Zehra erkânlarının kararıyla ve İstanbul ve Ankara üniversitelerindeki genç Said’lerin de muvafakatıyla nereyi benim için münasib görürseniz orayı kabul edeceğim. Madem hakikî vârislerim sizlersiniz ve şahsımdan bin derece ziyade dünyada vazifemi de görüyorsunuz. Bu hayat-ı fânideki son menzili sizin re’yinize bırakıyorum.” (Emirdağ-2 – 20)
B-12) Haylazlık Yapan Gençlere Telkinatları
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nur’un Gençlik Rehberi’nde ve Meyve Risalesi’ndeki beş mes’elesinin haylaz gençlerde dokuz tokadı Risale-i Nur’un bir latîf kerameti olduğunu o gençler dahi tasdik ediyorlar.
Birincisi:
Bana hizmet eden Feyzi. Ona bidayette dedim: “Sen Meyve’nin bir dersinde bulundun, haylazlık yapma.” O yaptı, birden tokat yedi, bir hafta eli bağlı kaldı.
Evet, doğrudur.
Feyzi
İkincisi:
Bana hizmet eden ve “Meyve”yi yazan Ali Rıza. Bir gün yazdığını ona ders verecektim. O haylazlığından yemek pişirmek bahanesi ile gelmedi, birden tokat yedi. O vakit onun tenceresi sağlam iken, dibi, yemeği ile beraber tamamen düştü.
Evet, doğrudur.
Ali Rıza
Üçüncüsü:
Ziya. “Meyve”nin gençliğe ve namaza dair mes’elelerini kendine yazdı, namaza başladı. Fakat haylazlık yaptı, namazı ve yazıyı bıraktı. Birden, o vakitte tokat yedi. Hilaf-ı âdet ve sebebsiz, başı üstündeki sepeti ve elbiseleri yandı. O kadar kalabalık içinde yanıncaya kadar kimse farkında olmaması, kasdî bir şefkat tokadı olduğunu gösterdi.
Evet, doğrudur.
Ziya
Dördüncüsü:
Mahmud. Ona “Meyve”den gençlik ve namaz mes’elelerini okudum ve dedim: “Kumar oynama, namaz kıl.” Kabul etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı ve kumar oynadı. Birden, hiddet tokatını yedi. Üç-dört defada daima mağlub olup fakir haliyle beraber kırk lira ve sakosunu ve pantolonunu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.
Evet, doğrudur.
Mahmud
Beşincisi:
Ondört yaşında Süleyman namında bir çocuk, ziyade haylazlık yapıp başkalarının da iştihalarını açıyordu. Ona dedim: “Uslu dur, namazını kıl. Senden büyük haylazların içinde bu halin, sana tehlike getirir.” O, namaza başladı, fakat yine namazı terk ve haylazlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine mübtela oldu, yirmi gündür yatağında yatmağa mecbur oldu.
Evet, doğrudur.
Süleyman
Altıncısı:
Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben hiddet ettim, çıktım gördüm ki; hilaf-ı âdet Ömer’dir. Ben de hilaf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilaf-ı âdet olarak Ömer, başka hapse gönderildi.
Yedincisi:
Hamza namında onaltı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştihalarını açıyor, haylazlık ediyordu. Ona dedim: “Böyle yapma, tokat yiyeceksin.” Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti.
Evet, doğrudur.
Hamza
Bu gibi tokatlar var; fakat kâğıt bitti, mana da bitti.” (Şualar-333)
B-13) Siyasî Meseleleri Merakla Takip Eden Genç Bir Nur Talebesini İkaz Şekli
“…Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim.
Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey sordum.
Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben “yazık” dedim.
Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim.
“Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatını selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.” (Emirdağ-1 – 44)
C.1-2-3-4-5) Gerek Ebeveyn ve Evladlar Arasında Gerek Genç ve Yaşlı Ehl-i Hizmet Vakıflar Arasında ve Gerek Vakıflar ile Dersanelerde Kalan Genç Talebe Kardeşler Arasındaki Hürmet ve Merhametin Temini ile Muhafazası
C-1) “…Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet, gayet sarsılmış.
Bazı yerlerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve vâlideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.
Cenab-ı Hakk’a şükür ki;Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor.” (Kastamonu – 149)
C-2) Nur Talebesi Baba ve Oğulları Arasındaki Münasebetin Ölçüsü, Dikkat Edilecek Hususlar
“…Risale-i Nur’un kahramanlarından baba-oğulun meşrebleri ayrı ayrı olduğundan, birbiriyle tam imtizaç edemediklerinden endişe ediyorum.
Baba ne kadar haksız da olsa;oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur¹.
Oğul da ne kadar serkeş de olsa; baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli².
Değil böyle baba ve evlâd ve mümtaz seciyeli ve Risale-i Nur’un baş şakirdleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar Risale-i Nur’un hatırı için risale-i nur şakirdlerinin mabeynindeki TEFANİ, BİRBİRİNİ TENKİD ETMEMEK, KUSURUNU AFVETMEK düsturu ile bu iki kardeşim, dünyevî ve cüz’î ve hissî şeyleri medar-ı münakaşa etmesinler.
Pederlik ve veledliğin iktiza ettiği HÜRMET ve ŞEFKATLE beraber; Nur’un şakirdliği iktiza ettiği KUSURA BAKMAMAK ve AFVETMEK ve benim çok sevdiğim iki kardeşim -benim hatırım için- BİRBİRİNİ TENKİD ETMEMEK lâzım geliyor.” (Emirdağ-1 – 89)
C-3) Bir Ağabeylik ve Büyüklük Ölçüsü; Fazilet:
“Eğer bu şakirdleri severse, evvelâ daire içine girsin; o şakirdlere peder değil, belki kardeş olsun; fazileti ziyade ise, ağabeyleri olsun. (Latif Nükteler – 33)
C-4) Gerek Gençlerin Kendi Nurcu Ebeveynlerine Karşı ve Gerekse Genç Medrese Talebelerinin-Genç Ehl-i Hizmetlerin; Kendilerinden Daha Eski ve Daha Tecrübeli Ehl-i Hizmetlere Karşı Tarz-ı Muamelelerine Güzel Bir Misal
“Hâfız Ali’nin buradaki kardeşlerine çok yüksek, çok tesirli yazdığı mektuba karşı başta Feyzi, Emin olarak umum namına Feyzi diyor ki:
“Biz bu memleket talebeleri, Isparta kahramanlarının küçük kardeşleri, belki onların talebeleriyiz. Dersi, hizmeti ve ciddiyeti onlardan alıyoruz. Herbirisi, bizim için birer üstaddır. Onların ellerinden öper, arz-ı hürmet ederiz. Cenab-ı Hak; o kahramanlardan ebeden razı olsun, âmîn.” diyorlar. (Kastamonu – 129)
C-5-6-7-8) Üstad Hazretleri’nin; Eski ve Yeni (veya Genç) Nur Talebelerinin Arasındaki Bazı Sıkıntıları İzale ve Bertaraf Etmek Hususunda Takip Buyurduğu Usuller…
Bu Usuller; Ebeveyn ile Evlad Arasında da Tatbik Edilebilir.
C-5) “Konya’lı Hacı Sabri kardeşimiz yanıma geldi. Ben, Sadık, Hayri, Mustafa hazır iken çok ehemmiyetli sohbetimiz, Hacı Sabri’ye mühim bir ders oldu. Bilhâssa Medresetü’z-Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev’in bu vatan ve millet ve Âlem-i İslâm’a hizmet-i imaniyeleri ve tahribçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki; farz-ı muhal binler seyyie olsa afvettirir.
Öyle ise; başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkid etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu.
İnşâallah Hacı Sabri de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak; meşreb ihtilafı daha tesir etmeyecek.”
Hasta kardeşiniz
Said Nursî (Emirdağ-2-46)
C-6) Ebeveynlerin Evladlarına veya Vakıfların Birlikte Kaldıkları Genç Talebelere Yönelik Telkinatları-Nasihatleri; Birebir Olmalı! Yani Bir Topluluk İçerisinde Yapılmamalı! Çünkü; Birisine Bir Cemaat İçinde Verilen Nasihatin, Hakaret Olduğuna Dair Hadîs Vardır…
“Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun.
Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir.
Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam; nasihatı bazan damara dokundurur, aksü’l-amel yapar.” (Mektubat – 265)
C-7) Evladlarımıza veyahud Medresede Birlikte Kaldığımız Genç Talebelere Yönelik Tenkidlerimiz; Acaba Şu Alttakilerden Hangiine Giriyor Acaba; Kendimize Bir Soralım..
“S- Tenkidi nasıl görüyorsun? Hususan umûr-u diniyede.
C- Tenkidin saiki, ya nefretin teşeffisidir veya şefkatın tatminidir.
Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi…
Sıhhat ve fesada muhtemel bir şeyde, kabule temayül ve tercih, şefkatten; redde temayül ve tercih -vesvese olmazsa- nefretten geldiğine ayardır.
وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَل۪يلَةٌ ٭ وَلٰكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا
Saik-i tenkid, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı.
Selef-i sâlihînin tenkidleri gibi.” (Sünuhat – 99)
C-8) Mübalağa Zemm-i Zımnîdir. Evladlarımıza, Genç Talebe Kardeşlerimize Bunu Yapmayalım; Ama Hakaretle Hücum da Etmeyelim!
“Hükûmete hücum edenlerin bazıları “Haydo Haydo!” derlerdi.
Bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa!.” derlerdi.
Ben “Haydar” derdim. Şimdi de “Haydar” derim vesselâm!..” (Asar-ı Bediiyye)
C-9) Yekdiğerimize Karşı Olan Daha Doğrusu Genç Talebe Kardeşlerin Vakıf Ağabeylerine ve Yine Evladların da Ebeveynlerine Olan Hürmetleri; Havftan Gelen Bir Hürmet Değil; Muhabbetten Gelen Bir Hürmet Olmalı!
“Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için, mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.” (Sözler – 358)
D) Gerek Ebeveynlerin Çocuklarına veya Genç Yaştaki Evlâdlarına; Gerekse Ehl-i Hizmet Vakıfların, Birlikte Kaldıkları Genç Talebelere Yönelik Va’z-u Nasihatlarında ve Onlara Seviye Kazandırmak – Terakkilerini Temin Etmek Hususunda Nelere Dikkat Etmeleri Gerekir?
D-1) Nur Talebesi Ebeveynlerin, Evladlarını Çok Küçük Yaştan İtibaren Medrese Ortamına Sık Getirmeleri; Onlarda Bir Nevi Doygunluğa Yol Açabilir
Benzer Bir Sorun; Nurculuğu Ortaokul ve Lise Döneminden İtibaren Devam Eden ve Üniversite Yıllarında Medresede Kalan Bazı Genç Talebelerde de Görülebilir
“…….İki âlim; bazan nâkısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nâkıs oluyor. Güya bakiye-yi iştiha ve şevki, tevarüsle velede geçiyor.
Öteki, kaza-i vatar ettiğinden; veledinden ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor.
Şu temsilelerdeki sırr-ı düstur şudur: Beşerde meyl-i teceddüd var.
Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese; meylinin tahminini başka tarzda arar, bazan aksü’l-amel yapar.” (Asar-ı Bediiyye – 131)
D-2) Vaizler İçin Sayılan, Onlarda Olması Gereken Şu 3 Mühim Hâsiyetin; Nurcu Ebeveynlerde ve Ehl-İ Hizmet Vakıflarda Da Olması Gerek!
Yani, Büyükler; Zamanın Gerektirdiği Şartları da Göz Önünde Bulundurup, Ona Göre Gençlere Muamelede Bulunmalı!
Bu Asrın Gençlerini (Aslında Tüm İnsanları) Sadece Tasvir-i Müddea Tatmin Etmiyor; Bürhan İstiyorlar, Delilsiz ve İspatsız Şeylere İnanılmıyor! Mukaddes Kitabımız Kur’an; Bürhanlar-Hüccetler Hazinesidir ve Keza Risale-i Nur da; Kur’an’ın En Esaslı Bir Tefsiri Olup, Kur’anın Yeryüzündeki En Kuvvetli Bir Bürhanıdır.
Bu Yüzden; Evlerimizde Veya Medreselerimizde Kalan Genç Kardeşlerimize Yönelik Ders ve Nasihat Kabilinden Telkinatlarımızı, Delilli ve İspatlı Bir Şekilde Onlara Aktarmamız Gerekiyor.
“Vaktâ ki, mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi.
O zamanın ehlini irşad için, iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi.
Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi.
Fakat bizi onlara kıyas etmek, harekât-ı ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir.
Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vaktâ ki, hal sahrasında, istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından; yeni tevellüde başlayan meyl-i taharri-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i kàtıadan başka, isbat-ı müddea birşeyle olmaz…
Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba etmiyor. Bürhan isteriz.” (Asar-ı Bediiyye – 184)
D-3) “Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken; başka bürhan aramak aklıma zaid görünür.
Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken; münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”
(Sözler – 365)
D-4) “…Risale-i Nur, iddia makamınca muzır eserler diye tavsif ediliyor. Bu vicdansızlığı ve yalanı, şiddetle protesto ediyorum. Ve benim de teşvikatta bulunduğum iddia ediliyor. Evet, bu doğrudur. Fakat, diğer iftirayı işiten bütün münevverlerin kalbleri sızlamış ve hattâ ağlamış, dişleri gıcırdamıştır.
Yirminci asır, pozitif fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. Delilsiz, isbatsız şeylere inanılmıyor ve inanmıyoruz. Muzır eserler olduğunun isbatını isteriz.” (Şualar – 547)
D-5) Asağıdaki Hususîyetlerin Bir Cilvesinin, Nâsih Konumunda Olan Ebeveynlerde ve Dershanelerde Kalan Vakıflarda Olması Gereklidir
“Üçüncüsü:Kur’an tefsirinin tam bir ihlasla te’lif edilmiş olması ki; müellifin, Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir maddî, manevî menfaatı gaye edinmemesi ve bu ulvî haletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması…
Dördüncüsü:
Kur’anın en büyük mu’cizelerinden birisi de, gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır. İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde; Kur’an-ı Hakîm’in asrımıza bakan vechesinin keşfedilip, avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslûbla izah ve isbat edilmiş olması…
Beşincisi:
Müfessirin, Kur’an ve iman hakikatlarını, cerh edilmez delil ve hüccetlerle isbat ederek tedris etmesi. Yani, pozitivizmi (isbatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması…
Altıncısı:
Ders verdiği Kur’anî hakikatların; hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nafiz ve müessir olması…
Yedincisi:
Hakikatların derkine de mani olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahib kılması…
Sekizincisi:
Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetine ittiba’ etmiş olması ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve a’zamî bir zühd ve takva ve a’zamî ihlas ve dine hizmetinde a’zamî sebat, a’zamî sıdk ve sadakat ve fedakârlığa, a’zamî iktisad ve kanaata mâlik olması şarttır.
Hülâsa olarak; müfessirin, Kur’anî risaleleriyle, risalet-i Ahmediyenin (A.S.M) a’zamî takva ve a’zamî ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velayet-i Ahmediyenin (A.S.M) lemaatına mazhar olmuş hâdim-i Kur’an bir zât olması…(Sözler – 750)
D-6) “…ben vaizleri (vaizlerin bazısını) dinledim.
Nasihatları bana tesir etmedi.
Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:
Birincisi: zaman-ı hazırayı, zaman-ı salifeye kıyas ederek, yalnız tasvir-i müddeayı parlak, mübalağalı gösteriyorlar.
Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve ikna-i müteharri-i hakikat lâzım iken, ihmal ediyorlar.
İkincisi: bir şeyi tergib veya tergib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı (iyice) muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: belâgatın muktezası olan, mukteza-yı hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler.
Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hasıl-ı kelâm: büyük vaizlerimiz, hem âlim-i muhakkak olmalı, tâ isbat ve ikna etsin.
Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın.
Hem beliğ-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana mutabık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olması da şarttır.” (Asar-ı Bediiyye – 448)
D-7) Yukarısıyla Aynı Mealde;
“İKİNCİ FİKİR: Vaizlere aittir ki; Bunlar müderris-i umumîdir. Bunların nasayihinde kendimce bir tesir hissetmedim. Düşündüm,kasavet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:
Birisi: Asr-ı hazırayı, zaman-ı salifeye kıyasen; yalnız tasvir-i müddea ve parlak göstermektir.
Halbuki zaman-ı salifde, safa-yı kalb ve taklid-i ulema hükümferma idi. Bunlara delil lâzım değil idi.
Şimdi de herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş, bunlara karşı tasvir-i müddea tesir etmez.
Ancak tesir ettirmek için ;isbat-ı müddea ve ikna lâzımdır.
İkinci sebeb: bir şeyi tergib veya tergib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil etmekti. meselâ: bir gece iki rekat namaz kılmak, haccı tavaf etmek; veya kim gıybet etse, zina etmiş gibidir derler.
Üçüncüsü: belâgatın muktezası olan mukteza-yı hale mutabık ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylemezler. Güya insanları, eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Demek istiyorum ki; vaiz, hem âlim-i muhakkik olmalı ki, tâ isbat-ı müddea etsin.
Hem hakîm-i müdakkik, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın.
Hem de beliğ-i mukni’ olması şarttır.” (Asar-I Bediiyye – 426)
D-8-9) Gençlerimizin İstidadları ile İstişare Edebilmemiz ve Onları, Fıtratlarına Muvafık Cihetlere Sevk Edebilmemiz Gerekiyor!
D-8) “…Ekrad’ın istidadı ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini nazara almaktır.
Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir
Çocukların talimi; ya cebr ile, ya hevesatlarını okşamak ile olur.” (Asar-ı Bediiyye – 351)
D-9) “…Ulema ile olan münazaramdır. Onun sebebi: İstanbul’a geldim, gördüm ki; sair şuabâta nisbeten medaris terakki etmemiştir. Bunun da sebebi; kitaba nazarla istinbat-ı mes’ele etmek olan istidadı; meleke-i ilim yerinde ikame olunmuş.
Ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap sebebiyle; şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.
Sair müntic-i taaccüb ve hayret olan ulûm-u ekvan veya eğlence ile vakit geçirmeyi müntic olan fünun-u hevesat ve lezzat-ı hakikiyeyi mutazammın olan ulûm-u maksud-u bizzât gibi; ulûm-u ilahiye tahsil olunmaz.
Bunun da; ya bir himmet-i âlî veya bir tevaggul-u tam veya müsabakayı müntic olan sual ve cevap gibi bir şevk-i kasrî ve haricî lâzımdır.
Veyahut taksimü’l-a’mal kaidesine tatbikan herbir talebenin istidadına göre bazı fünun ile tevaggul etmeli. Tâ mütehassıs olsun, sathî olmasın. Zira her ilmin bir suret-i hakikiyesi var. Meleke olmadığı vakit, bazı tarafı nakıs olan suretlere benzer.
Bunun da çaresi: Ona müstaid olan bir fenni esas tutmalı. Ve buna münasib fünunu; her birinden birer fezleke alınmalı ve o fenn, esasın suret-i hakikîsini mütemmim ittihaz etmelidir.
Zira herbir fezleke, bir suret-i müstakilleyi teşkil etmiyor. Lâkin bir suret-i esasiyeyi tekmil edebilir.
Ey sözümü işiten talebe-i ulûm! Mektepliler gibi -ki onlar nakıs olan seleflerine hayru’l-halef olmuşlar- çalışalım ki; evc-i kemale vâsıl olan seleflerimize hayru’l-halef olalım!..”
E) Ebeveynler Olarak ve keza Dershanelerde Kalan Ehl-i Hizmetler Olarak, Çocuklarımıza ve Gençlerimizin Fiziksel-Bedensel ve Zihinsel Gelişim ve Terakkilerinde Onlara Destek Olduğumuz Gibi, Onların Ruhî-Kalbî-Fikrî Cihetten Terakkilerini Temin için de Büyük Bir Cehd ve Sa’y-u Gayret İçerisinde Olmamız Gerekiyor.
Yani; Fiziksel Boylarını Basketbola ve Süt İçmeye Teşvik Ederek Uzatmaya Çalıştığımız Gibi; Manevi Boylarını da Kur’an ve Kur’an’ın Bir Mu’cize-i Maneviyesi Olan Risale-i Nur’larla Uzatmaya Çalışalım İnşaallah.
Veya Evladlarımız, Halterde Büyük Ağırlıklar Kaldırabildikleri Gibi; Her Sabah Üzerlerindeki Yorganı da Kaldırıp Sabah Namazına da Kalkabilmelidirler
Velhasıl-ı Kelam; Çocuklarımızın-Gençlerimizin Yüzlerini Sadece Dünyaya Çevirterek, Annelik Şefkatini, Babalık Merhametini Su-i İstimal Etmeyelim!”
E-1) “…bir vâlide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir.
Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahut sû’-i istimal edilir.
Yüzer numunelerinden bir küçük numunesi şudur: O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir.
Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor
Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu; âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken davacı ediyor.
O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.
Eğer hakikî şefkat sû’-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve i’dam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, vâlidesinin defter-i a’maline geçeceğinden, vâlidesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur.” (Lemalar – 199)
E-2) “…Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa ve insan dünyada lâyemutane daimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mana olurdu. Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil. Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez, onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.
Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.
Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.
Madem manevî hâcat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var.
Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.” (Lemalar – 173)
E-3) “…Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları mes’udane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müdhiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i islâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler.
Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir?
Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usûl, onlara çocukcasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaatı verebilirdi.
Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksadlar tevellüd edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatın muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalblerinde iman-ı Billah ve iman-ı bil-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur.
Yoksa, divane bir vâlidenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır.
Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev’inden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.” (Mektubat – 421)
E-4) “…Altıncı taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı; menfî milliyetle onlara içerdiğini şarabın muvakkat menfaati, bir faidesi olurdu.
Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu; ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rü’yanın zevalindeki elem, ona çok hazîn teessüf ettirecek.
“Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım.”dedirecek.
Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyf görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır? Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri; o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil, belki istikamet yolunda sarfetmekle; o fâni gençliği, ibadetle manen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-ı saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!..” (Mektubat – 422)
E-5) “…Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkili bir tarzda islâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir.
Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhâssa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.
O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?
İşte bu hakikata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki;risale-i nur dairesine girip dünyada peder ve vâlidesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a’maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar.” (Emirdağ-1 – 41)
E-6) “…şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârane emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var.
Demek vâcib olmadığı halde, nafile nev’inden yedi yaşından hadd-i büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp,oruç tutan çocuklar; mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuzüç yaşında olacaklar diye bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler.
Has iken âmm zannedilmiş.” (Emirdağ-2 – 66)
E-7-8-9-10-11-12-13) Nabza Göre Şerbet Verilmeli; Yani Çocuklara Cennet Fikrî Telkin Edilmeli, Gençler ise Cehennem Endişesi Taşımalı ve Maddeten Hasta Olan ve Bir Nebze Gafletten Sıyrılmış Olan Gençlerimize de, 25. Lema’nın 5.Devası ve 2.Lem’a Gibi Yerler Okunmalı
E-7) “…Nev’-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidadlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünki her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaîf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:
“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu.
Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve vâlidem öldü, fakat rahmet-i İlahiyeye gitti, yine beni Cennet’te kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim.” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.” (Şualar – 224)
E-8) “…Nev’-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler ve gayet zaîf ve nazik vücudlarında bir kuvve-i maneviyeyi bulabilirler ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o cennet ile bir ümid bulup mesrurane yaşayabilirler.
Meselâ Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu. Cennet’te gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı.” (Şualar – 182)
E-9) “…nev’i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub, cür’etkâr, akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve cehennem azabını tahattur etmezlerse; hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaîf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer.
Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim, fakat cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelal’in melaikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaîf olacağım.” diye birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mananın dahi risale-i nur’da bürhanlarıyla izahına iktifaen kısa kesiyoruz.” (Şualar – 225)
E-10) “Üçüncü Delil: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin en kuvvetli medarı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden; yalnız cehennem fikridir.
Yoksa Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü lil-galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaîflere, âcizlere, dünyayı Cehennem’e çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.” (Şualar – 183)
E-11) “…çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.”
Kur’an dersiyle temkin verir.
Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” (Şualar – 227)
E-12) “…Ey maraza mübtela hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatım gelmiştir ki; hastalık bazılara bir ihsan-ı İlahîdir, bir hediye-i Rahmanîdir.
Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsız olduğum halde, bazı genç zâtlar, hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler.
Dikkat ettim ki; hangi hastalıklı genci gördüm, sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvanî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlahî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki: “Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşâallah sana şifa verir.”
Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terkedip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile, hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harab eder.
Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık, bir sıhhattır.
Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır.” (Lemalar – 207)
E-13) “…Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta bela, bela değil, belki bir lütf-u İlahîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı ve sair musibetzedeleri (fakat musibet, dine dokunmamak şartıyla) bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini îras etmiyor. Çünki hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise, görüyorum; emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki: öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i ilahiyedir. Çünki çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet îras ediyor. Fakat onun ebedî hayatına faidesi dokunuyor, bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.” (Lemalar – 13)