İnsanın kendisiyle hesaplaştığında en fazla muhatap olduğu merci vicdanıdır. İçimizdeki doğal polis ve yargıç vicdandır. Fakat bu, fıtratı bozulmamış, doğasını koruyan bireyler açısından doğrudur. Vicdanını susturmuş bireyler için durum böyle değildir. Yaratılış gereği insan bir yanlış yaptığında, bir suç ya da günah işlediğinde suçluluk ve rahatsızlık duyar. Fakat o hatayı yapmayı sürdürdükçe önce rahatsızlığını yitirir sonra da suçluluk duymak yerine kendisini haklı gösterme hisleri belirmeye başlar.
Vicdan, insanda bulunan ve yaptıklarını ahlâk ölçülerine göre denetleyen, iyilik yapmaktan sevinç, kötülük yapmaktan ıstırap duyan ahlâkî bir melekedir. Bozulmamış hali ile vicdan; İnsanın doğruyu bulmasında rehberdir, hakikatin sesidir.
İnsan kâinata benzer bir modeldir. Öyle ki, kâinat dediğimiz şu âlem küçülse insan olur, insan büyütülse âlem olur. Bu cihette kalbin öyle bir özelliği vardır ki bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil edebilir. İnsanın kalbi, kâinattaki sınırsız ve gizemli hakikatlerin çekirdeği konumundadır. Öyle ise insanın kalbi kâinatı sanatlı ve güzel yaratan Zât’ın en münevver, en aydın ve en geniş bir aynasıdır.
Bir şahsın kalbinde bir fenâlık duygusu uyanırsa güzel hisleri, insani yönleri sükût etmeye, körelmeye başlar. Kalbinde zarar vermeye, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o hâl kalbinde büyür, sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini bozgunculukta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam manasıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilâl çıkarıp büyüten bir bela, bozgunculuğu durmayıp karıştıran bir afet olur.
Bu noktada devreye giren vicdân ise hislerin ve duyguların uğrak yeridir. İnsanın iç dünyasında oluşan duyguları kalbe ileten, hakkın ve hakikatin hissedilmesini sağlayan bir mekanizmadır. Vicdan ile doğruya, yaratılış sebebine, insani ve ahlaki değerlere ulaşılır. Kalp ile vicdan, iman nuru sayesinde İlâhi tecelliye mazhar olmakla hayat bulur, olgunlaşır ve çevresinde hissedilir. İnsanın vicdanı, ebedi hayata bakar, onu gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed, ebed!’ sesini, yani ebedi yaşama arzusunu işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse ebede, sonsuzluğa olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek vicdan o ebed için ve sonsuzluğun sahibini bulmak için yaratılmıştır.
İnsanın vicdanı ve merhameti yaratılan her şeyi kucaklayan ulvî bir duygudur. İnsanın kalbinden hürmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar şekline getirir. Millet ve vatanın anarşilikten, bozgunculuktan ve büyük tehlikelerden kurtulması için, vicdan ile buna bağlı olarak hürmet ve merhamet lâzımdır, zarurîdir.
İnsan nevinin üçte birisini teşkil eden gençler, heveslerinin peşinde, duygularına mağlup, cüretkâr, akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve cehennem azabını düşünmezlerse toplum hayatında, insanların malı ve ırzı, zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için mutlu bir ailenin saadetini mahveder ve bu gibi aşırılıklarla hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Âhirete iman gerçeği onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır.
“Gerçi hükûmet hafiyeleri, emniyet görevlileri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Zât’ın melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım.” diye birden, zâlimce tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Vicdanı, merhamet duygusunu tetikleyerek onu büyük bir yanlışlıktan kurtardığı gibi, toplum da huzura ve güvene kavuşur.
Merhamet ve aynı manadaki rahmet kelimeleri öncelikle, Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütuf ve ihsanlarını ifade etmekte, bunun yanında insanlarda bulunan, onları hemcinslerinin ve diğer canlıların sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevk eden acıma duygusunu ifade eder. Peygamber Efendimiz: “İnsanlara acımayana, Allah da acımaz.”, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur.
Resulullah, müminleri birbirini sevmekte, birbirine acımakta, organlarından biri hastalandığında diğerlerinin de bu yüzden elem çekip uykusuz kaldığı vücuda benzetmiştir. Aynı duyarlılığı hayvanlar konusunda da göstererek zor durumdaki bir hayvanı kurtaran, onlara yardım eden kişinin bu sayede cenneti hak ettiği yine Allah Resulü tarafından müjdelenmiştir.
Ancak masum hayvanları parçalayan canavarlara, onları korurcasına şefkat ve merhamet edip vicdan göstermek, çaresiz ve zarar gören hayvanlara haksızlık ve büyük bir vicdansızlıktır. Merhamet gibi görünen bu davranışların, aslında bir merhametsizlik olduğu unutulmamalıdır. İnsan en değerli ve merhamete en lâyık varlıktır. Fakat sırf böyle diye, hayvanlara işkence yapan insana vicdanlı olmak ve merhamet etmek, o hayvanlara büyük bir haksızlık, vicdansızlık ve merhametsizliktir.
Bununla birlikte, vicdan, şefkat ve merhamet duygusunun bazen yanlış da kullanıldığı görülür. İnsan, kendi dışındaki canlılara karşı, doğal olarak bir acıma hissi duyar. Eğer, kâinatta meydana gelen acıklı olayların hikmet ve maksatlarını, “neden’’ ve “niçin’’ lerini tam olarak anlayıp çözemezse rahmete ve merhamete aykırı gibi görünen acıklı doğa olaylarının hikmetini anlayamaz. Cenab-ı Hakk’ı, hâşâ, merhametsizlikle itham ederek, O’na karşı bir düşmanlık hissine kapılır.
Meselâ, bitkiler ve hayvanlar âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymetli ve sanatlı olan, sinek, kelebek gibi canlılar, gözünü açıp bu dünyaya bakar, aynı dakikada mahvolur, gider. Bunu gören ağlayarak şikâyet etmek ister: “Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?” diye feleğe karşı kalbi dehşetli sualler sorar ve böyle faydasız, hedefsiz, sonuçsuz, çabuk idam edilen bu küçük canlılar göz önünde bu kadar özenle, dikkatle, sanatla yaratılıp, ihtiyaçları olan her şey eksiksiz verilerek, mükemmel bir şekilde yaratıldıktan sonra, hiç ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik ve yokluk karanlıklarına atılmalarını gördükçe, bütün hisleri ve duyguları feryat edip: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü dönen dünyada hiçlik ve ölüm nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?” diye kadere karşı müthiş itirazlar başlar.
Ancak Allah’ın Rahman ve Rahim isimleriyle hadiselere bakıldığında; her bir hayat sahibi, meselâ süslü bir çiçek ve arı gibi tatlıcı sinek; onu gören insanlar ve sayısız gözlerin onu zevkle, lezzetle inceledikleri ve üzerinde düşündükleri anlamlı, ölçüyle yazılmış ilahi bir şiir gibidir. Yaratıcısının sanatını ve gayesini ilan edip, nihayetsiz takdir edici insanların nazarına sunan birer aynadırlar. Hem kendi sanatını ve kendi güzelliğini kendisi görmek, kendi sanatını bu aynalarda kendisi seyretmek isteyen Yaratıcı’nın bu gayesine hizmet etmek, yaratılışın çok yüksek ve önemli bir neticesidir. Hem kâinatta devam eden sayısız faaliyetin ve hareketin sahibi olan Rabbimize hizmeti, yüce bir vazifedir. Ve böyle faydaları ve sonuçları vermekle beraber, sevinçle vazifesini bitirmiş olarak, görünüşte yok olur, ama gerçekte ölüm perdesi altına girer, yalnız dünyevî gözlerden saklanır, hizmetin neticesinde onu gören tüm gözlerde ve hafızalarda ebedi yaşar. Hizmetini güzelce ve gereği gibi bitirmesine mukabil “Oh, elhamdülillâh!” dedirtir. Kadere karşı itirazların önü kesilir, rahmetin ve merhametin büyüklüğü akıllara görünür.
Rahmanın rahmet ve merhameti, bütün kainatı, canlı veya cansız her şeyi kuşatmıştır. Öyle ise rahmet ve merhametin insandaki tecellisi ve karar mekanizması olan vicdanın aktif olması ve yerinde kullanılması, kainattaki vicdan, rahmet ve merhamet cilvelerinin anlaşılmaya çalışılması, insanlığın sürekliliği, huzuru ve selâmeti için büyük önem arz eder.
Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür