Helalleşmek, kişilerin birbirleri ile veya topluluğun bir kişiyle aralarındaki çeşitli münasebetler, alışverişler neticesinde meydana gelen sonuçlardan razı olması, birbirlerini kusurlarından dolayı razı etmeleridir. Helalleşme, olgun ve tevâzu sahibi bir insanın yapması gereken ahlakî bir davranış biçimidir.
Bir bireyin ne şekilde olursa olsun kendisine ait olmayan bir şeyi haksız yoldan elde etmeye kalkışması kul hakkına tecavüzdür. İnsanların, hırsızlık, ticarette hile yapmak, emanete hıyanet, kumar, tefecilik, başkasının malını zimmetine geçirme gibi yanlış yollarla birbirlerinin mallarını yemeleri; iftira, alay, arkadan çekiştirme, kötü lakap takma, su-i zan, kusur arama, gıybet, kalp kırma gibi davranışlarla başkalarının kişilik haklarına zarar vermeleri; dinî tercih ve yaşayışları üzerinde baskı kurmaları, onları yaşamdan ve sosyal alanlarından uzaklaştırmaları; hatta, arkadaştan bozuk para almak ve sonra geri vermemek, kalem gibi basit bir şeyin ödünç alınıp geri verilmemesi, arkadaşını incitici veya yerine getirilmeyen bir söz dahi kul haklarının çiğnenmesine örnek gösterilebilir.
“Kıyâmet gününde bütün haklar sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.” ve “Şehitlerin kul borcundan başka bütün günahları mağfiret olunur.” hadis-i şerifleri, kul hakkının, dolayısıyla insanı kul hakkından kurtaran helalleşmenin önemini ortaya koyar.
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helalleşsin. Yoksa zâlimin salih ameli bulunursa o amelden zalimin zulmü miktarınca alınır, mazluma verilir. Eğer zalimin hasenâtı, iyiliği bulunmazsa mazlumun seyyiatından, kötülüğünden alınıp zâlim olana yükletilir.” hadisinden de anlaşılacağı gibi, ebedi âlemde müflis olmamak için dünyadan ayrılmadan önce üzerinde hakkı olan insanlardan helallik istenmelidir. Ancak günahlarına tövbe edip, hakkı yenilen kimselerle helalleşmek istenildiği halde onlara ulaşılamıyorsa, onların adına hayır yapmak, sadaka vermek ve onlar için dua etmek gerektir.
Helalleşmeyi gerektiren ve en çirkin davranışlardan olan gıybet ve su-i zan, hiçbir maddi külfet gerekmeden yapılan, yaygın bir şekilde ve düşüncesizce işlenen kul hakları arasındadır. Günlük hayatta en çok karşılaştığımız ve rahatlıkla işlenen manevi kirlerden birisi olan gıybet (dedikodu) sözlükte: “Arkadan çekiştirmek, o vakitte hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak, birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.” olarak geçer.
Kur’an nazarında çok çirkin bir şey olan gıybet, toplum hayatını ve insanî ilişkileri zehirleyen kötü bir davranıştır. Soru ve cevap merkezi olan aklın devre dışı olması, sevmek ve nefret etmek yeri olan kalbin bozukluğu, toplumsal hayatın ve medeniyetin zehirlenmesi, insaniyetin canavarcasına hareketi, kendi cinsinden olana acıma duygusunun kaybolması ve yakınlarıyla iyi ilişkide sıkıntılara sebep olması sebebiyle, Kur’an, insanları gıybetten şiddetle sakındırır.
Gıybet, düşmanlık besleyen, kıskanç ve inatçı kişilerin en çok kullandıkları alçakça bir silâhtır. Şeref ve haysiyet sahibi olan, bu pis silâha tenezzül edip kullanmaz. Meşhur bir Zât demiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf, alçak ve aşağıların silahıdır.”
Gıybet odur ki gıybet edilen adam hazır bulunsaydı ve söyleneni işitseydi çirkin görüp darılacaktı. Eğer kişi hakkında doğru söylense Zâten gıybettir. Eğer yalan söylense hem gıybet hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır. Nasıl ki ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi bütün hasenâtı ve iyilikleri yer, bitirir.
Eğer gıybet edilmişse veya isteyerek dinlenmişse; o vakit “Allah’ım, bizi ve gıybetini ettiğimiz kişiyi bağışla.” diye dua etmeli, sonra gıybet edilen adamla ne zaman karşılaşsa “Beni helâl et.” demelidir.
Kötü huylar, yanlış inançlar, günahlar ve dinde yeri olmayıp varmış gibi kabul edilen inanışların, manevi kirlerden oldukları unutulmamalıdır. Maddi kirler maddi hayatımızı tehdit ederken, manevi kirler de manevi hayatımızı tehdit etmektedir. Bu tehditlerden ve helalleşmeyi gerektiren diğer bir alışkanlık ise, su-i zandır. Yani başkaları hakkında haksız yere kötü düşünmek ve onlara kin beslemektir.
İnsan başkaları hakkında hüsn-ü zan etmeli yani iyi düşünmelidir. İnsan, herkesi kendisinden manen üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan kötü ahlâkı, su-i zanla, başkaları hakkında haksız yere kötü düşünmekle temize çıkarmamalıdır. Sebebini bilmeden, başkalarının bazı davranışlarını, çirkin görüp kötülememelidir. Su-i zan, maddi ve manevi toplumsal hayatı yaralar. Muhabbet, kardeşlik, insanları sevmek, İslamiyet’in temel özelliğidir. Düşmanlık besleyenler, karakter bozukluğu yaşadıklarından, su-i zan etmeyi hüsn-ü zan etmeye tercih ederler. Bir kişinin bir kötülüğüyle on iyiliğini örter. Dinimizin temel özelliklerinden olan insaf ve hüsn-ü zan bu kötü alışkanlığı reddeder.
Bir hadiste “Su-i zan etmeyiniz! Su-i zan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa, haset ve düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi birbirinizi seviniz! Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez.” sözüyle su-i zannın ne kötü bir davranış olduğu ifade edilmiştir.
Dünyanın kendisi bile fâni ve geçici ise dünyanın içindeki kırılmalar ve küsmelerin ne kadar değersiz olduğunu anlayıp bir an önce kırdığımız ve üzdüğümüz varsa, vakit çok geç olmadan helalleşmelidir. Dostlarımıza karşı mert olmak ve ilişkileri sağlam tutmak, düşmana karşı da barışçıl muamele etmek inancımızın ve kültürümüzün gereğidir. Komşu olmak, aynı binada olmak, aynı işyerinde olmak toplumsal yaşamın vazgeçilmezleridir.
Sa’dî-i Şirazî der ki:
“Dünya öyle bir meta, ticaret malı değil ki bir nizaa yani çekişmeye değsin.” Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise dünyanın küçük işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlaşılır. Hem demiş:
“Dünya, âhiret iki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir.” Yani dostlarınla iyiliklerini isteyerek mertçe geçinmek, düşmanlarınla da barış içinde yaşamaktır.
İnsan yaratılmışların en şereflisidir. Onun özgürlük, haysiyet, şeref ve namus gibi manevi haklarına yapılan bir haksızlık gibi, yaşama hakkının ve malının aleyhine yapılan davranışlar da kabul edilemez, mutlaka helalleşmeye ihtiyaç vardır. Haksızlık kişiye karşı olabildiği gibi, bazen topluluklara, bir şehre, bir aileye veya bir millete de yapılabilmektedir. Meselâ ‘şu şehrin insanları ne kadar yalancı’ veya ‘şu milletin insanları ne kadar pis’ gibi yaklaşımlar da helalleşmeyi gerektiren durumlardır. Küçük, yanlış bir sözün, basit bir yalanın ne kadar yanlış sonuçlar doğurabileceği ve kul hakkının, helalleşmenin ne kadar hassas bir mes’ele olduğu buradan anlaşılsın.
İslam temelinde bir Allah hakkı, bir de kul hakkı vardır. Allah hakkı, her insanın Yaratıcı’sına olan kulluk görev ve sorumluluğudur. Bu hususta yaptığı bir kusurdan dolayı Allah’a yalvarır, tövbe istiğfar ederek affını ister. Ancak kul hakkı öyle olmaz. Kul hakkının telafisi, haksızlığa uğrayan kişiyle veya eğer haksızlık topluma karşı olmuşsa, topluluklarla görüşüp özür beyan etmek, gönlünü hoşnut etmek, helallik istemek ve maddi kaybını karşılamaktır.
Nasıl ki eteş odunu yer bitirir; gıybet dahi bütün hasenatı ve iyilikleri yer, bitirir