Fedakârlık, bir amaç veya gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için, kendi çıkarlarından ve isteklerinden vazgeçmek anlamına gelir. Toplumun refahı ve huzuru için nefsî arzularından vazgeçmek fedakârlığın en tepe noktalarındandır. “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” anlayışıyla bu toprakları emanet eden ecdadın varislerini, nefis ve şeytan, birbirine düşürdüğü vakit, “Biz, değil böyle küçük haklarımızı, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi de birlikteliğe, millet ve din kardeşliğimize feda etmeye hazırız. Âhirette kazanacağımız sonuçları için dünyaya, bencil düşünceye ait her şeyi feda etmek vazifemizdir.” deyip nefislerini susturmalıdır. Bir Müslüman ne kadar dine bağlı ise, o derece kibrinden, gururundan fedakârlık etmesi gerektir.
Fedakârlık öyle yüce bir duygudur ki, o vazifede bir lezzet yerleştiren her şeyin sahibi Zât’ın namına yapıldığında değer biçilemez bir hal alır. Öyle ki, bir hayvan olan horoz bile, aç olduğu halde tavukları kendisine tercih edip, bulduğu rızka onları çağırır, yemez, onlara yedirir. Bir övünçle ve lezzetle o vazifeyi yerine getirdiği, görülür. Demek o fedakârlıkta, yemekten fazla bir lezzet alır.
Şefkatli valideler ve babalar, çocuklarının dünya hayatında tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum doktor, mühendis, öğretmen, avukat olsun.” diye bütün malını verir, en iyi okullara gönderir. Yemez yedirir, giymez giydirir, her türlü fedakârlığı gösterir, her zorluğa katlanır.
Fedakârlık yerinde kullanılmalı ve dünya gibi âhiret hayatının da faydasına olmalıdır. Valide, çocuğunu dünya hapsinden kurtarmağa çalışır, fakat o çocuğun ebedi hayatının tehlikeye girdiğini düşünmez. Fıtrî şefkatin tam tersi olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi bulması lâzım gelirken, kendisinden davacı eder. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmedin, bu zararıma sebebiyet verdin?” diye şikâyet edecek. Dünyada da İslam terbiyesini tam almadığı için, annesi veya babasının harika şefkatine lâyık olamaz, belki de onlara karşı çok kusur eder.
Fedakârlığın en baş engeli, enaniyet, yani bencillik, kendini beğenmek, hep kendini öne almak, kendini satmak, ben odaklı hareket etmektir. Şu asırda enaniyet, bencillik ve her şeyi kendi menfaatine kullanmak, o kadar insanı avucuna almış ki, birçok insan, birer küçük Firavun ve küçük birer Nemrud hükmüne geçmişlerdir.
Enaniyet insana, bir vahid-i kıyasî olsun, Cenab-ı Hakk’ın sıfatları, kutsal özellikleri bilinsin diye verilmiştir. Sınırsız, kapsama alanı bilinmeyen bir şeyin sınırı ve sonu olmadığı için, ona bir şekil verilemez ve ona şekil vermek, tarif etmek zor olduğundan, özellikleri anlaşılmaz. Meselâ, karanlık yoksa sürekli var olan aydınlık bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit ışığın şiddeti ve varlığı bilinir. Örneğin, uzun bir yolun uzunluğu ancak, farazî olan bir ölçüyle yani metre ile anlaşılır. İşte, Allah’ın varlığı ve sıfatları hadsiz ve çok büyük olduğundan, farazî bir ölçüyle ve ancak kıyaslama ile anlamak mümkün olur ki, bu işi insandaki ene yani enaniyet yapar. Kendindeki farazî ölçücüklerle onların özelliklerini yavaş yavaş anlar. “Bu eve sahip olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın sahibidir. ” der ve küçük ilmiyle O’nun ilmini anlamaya çalışır, kavrar.
Ancak, bencillikle “Ben şu evi nasıl yaptım ve düzenlediysem, şu dünya hanesini birisi yapmış vetanzim etmiştir. ” demesi gerekirken, “Ben şu evi nasıl yaptım ve düzenlediysem, diğer her şey sadece benim için vardır.” demeye başlar.
Enaniyet, yaratıcısını tanımak ve anlamak için insana verildiği halde, insanoğlu bunu sadece kendi menfaatine, kendi rahatına ve zevklerine feda etmiş, bencil ve kendinden başkasına kıymet vermez olmuştur. Bencillik, kişinin kendi nefsine, benliğine ve menfaatine her şeyi feda etmesi, zevk ve mutluluklarını hayatının gayesi yapmasıdır. Bencil, “Ben tok olduktan sonra bütün insanlar açlıktan ölse bana ne!” diyen insandır. Bencil, paylaşmayı sevmeyen, çıkarı olmadan ilişki kurmayan, karşılıksız iş yapmayan, ihtiyacı olana yaklaşmayandır.
Peygamber Efendimiz (asm) “Bu canı bu tende tutana yemin ederim ki bir kişi kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz.” buyurmuştur.
Hz. Mevlânâ: “Bencillik gözüne takılmış bir ayna gibidir. O gözler neye bakarsa baksın, kendinden başka birini göremez” diyerek bencilliğin ne kadar fena bir hastalık olduğunu ifade etmiştir.
Enaniyetli insan, her şeyden korkan, endişe eden, bencil, tembel ve rahatına düşkün olmak gibi bütün kötü hasletlere açık biri olur ki, şeytânî hislerin hedefi olur. Asrın hastalığı olan benlik, enaniyet, bencillik, terk edilmelidir ki, halka ve neticede hakka hizmet edilebilsin.
Eneyi terk etmek, ‘ben’i ‘biz’e çevirmekle olur. Bu ise, deyim yerindeyse, tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası olan şahsiyetini ve enaniyetini feda ederek, o havuz içine atıp eritmekle olur. Yani kendi şahsi arzularından, menfaatlerinden geçip, milletin menfaatine çalışmak gerekir.
Bin dört yüz senedir, insanların sultanı ve onların ruhlarının terbiye edicisi ve akıllarının muallimi ve kalplerinin sevgilisi ve es-sebebü ke’l-fâil ( sebep olan yapan gibidir) sırrınca, bütün ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, sahife-i hasenâtına ilâve edilen ve Allah’ın bu kâinattaki yüce maksadının sebebi olan o zât-ı Ahmediye (asm) dünyaya geldiği dakikada “Ümmetî, ümmetî” dediği gibi, mahşerde herkes “Nefsî, nefsî” dediği zaman, yine “Ümmetî, ümmetî” diyecek olmasıyla en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla insanlığa yine rehber olmuştur.
Sıddık-ı Ekber Hz. Ebubekir (r.a) demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, inananlara yer kalmasın.” Bediüzzaman, “Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmaya, lüzum olsa dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmeyi bir saadet bilirim. Binler dostlarım ve kardeşlerim cennete girmeleri için, cehennemi kabul ederim.” demiştir.
Bir adamın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti, derdi, tasası, gayreti, fedakârlığı milleti için ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bu milletin emniyetine, özellikle mâsum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastaların ve fakirlerin dünyadaki huzuruna ve uhrevî saadetlerine, yeri geldiğinde hayatını ve şerefini feda etmek en büyük şereftir.
Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir