Cesaret, korkusuzluk ya da korkularımızla baş edebilme özelliğimizdir. İnsanoğlu ömrü boyunca kendine zarar verebilecek birçok olayla veya varlıkla karşılaşabilir. Vatanını işgal eden bir düşmanla, evini yerle bir eden bir doğal afetle, ona hücum eden bir canlıyla, hatta onu hasta eden bir mikropla karşı karşıya gelebilir. İşte cesaret bütün bunlarla mücadele edebilmek için vardır, bunun için insana verilmiştir.
Fakat her duygumuz gibi cesareti de doğru ve yerinde kullanmak gerekir. Meselâ bizden güçsüz olana ya da bir akranımıza zorbalık ve şiddet gösterebilmek, toplumun doğrularını çiğneyebilmek, kanunlara aykırı hareket edebilmek, kendinden büyüğe saygısızlık gösterebilmek, çevreye ve doğaya zarar verebilmek, duvarlara yazı yazıp ağaçları çizebilmek, sırf eğlence, biraz heyecan yaşamak için, insanların alkışlamasını görmek için boşu boşuna hayatına mâl olabilecek davranışlar sergileyebilmek. Bütün bunlar her ne kadar cesaret gerektirse de cesaretin kullanılacağı yerler değildir. Aslında bunlar birer cesaret göstergesi de değildir, zulümdür.
Oysa cesaret öyle kutsal bir duygudur ki; atalarımız bu duyguyla düşmanın üstüne korkusuzca yürümüşlerdir. “Varsın ölüm gelsin, ben ölürsem, devletim, milletim, sevdiklerim sağdırlar. Onların içinde bir manevi hayatım var. Ölürsem şehit kalırsam gazi olurum” diyerek ölümü gülerek karşılamışlardır. Analar korkmadan evlatlarını, eşini savaşa yollamış, hatta o savaşa sırtında bebeğiyle kendileri de katılmıştır. Çünkü o analar ve atalar bilirlerdi ki: o ve sevdikleri, ne savaşla, ne hastalıkla, ne musibetle ölürdü. Ancak eceli geldiğinde ölebilirdi. “Ecel birdir, değişmez.” derlerdi. Öyle ise vakti gelmeden o eceline ilişmeye kimsenin haddi olamazdı. Zâten ecel gelse de, izzetle ölümü zilletle hayata tercih etmişlerdi. Ecel kimin elindeydi? Elbette ki her şeyi yaratanın.
Onlar bilirdi ki; her şeyi yaratan biri vardı. Başka şeylere boyun eğmesine, başkalarına karşı ezilip minnet çekmesine, onlardan korkup titremesine gerek yoktu. Çünkü O birdi. Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şey O’nun emriyle halledilirdi.
İşte bütün bunlar gösteriyor ki: atalarımıza bu cesareti veren iman gücüdür. Hakikî iman sahibi bir insan cesurdur. Çünkü her şey onun Rabb’inin hizmetindedir. Varlıkların, olayların dizginleri o Zât’ın elindedir. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz, Rahîm’dir, ikramı ve merhameti çoktur. Yaptığı her işinde bir çeşit lütuf vardır. İnsan Yaratan’ına sığınır, tevekkül ile her belaya karşı dayanabilir. İmanı ona tam bir güven verir. İman olmazsa her varlıktan korkması mümkündür. Çünkü iman yoksa, her şey başıboş, kendi kendine hareket eder ve bu kontrolsüz şeylerin her an onun başına bir felaket getirmesi muhtemeldir.
Aslında bütün bu şeylerden korkulmasının bir sebebi de ölüm korkusudur. İnsan ölümden niye korkar? Ölünce her şeyin sona ereceğini düşündüğü için mi? Onu sevdiklerinden ayırdığı için mi? Bilakis ölüm sevdiklerimize kavuşmak için bir başlangıçtır. Kabir rahmet alemine, saadet diyarına, cennet bağlarına kavuşma kapısıdır. İşte ölüme bu şekilde bakabilmek ancak imanla olur.
Büyük Zâtlar o imanla, ölümü hep sevmişler. Ölmeden evvel ölmek istemişler. Hz. Mevlana ölüm gecesinin Şeb-i Arus yani düğün gecesi olarak anılmasını, ağlama, yas, matem, tutulmasını değil, sevinç ve kutlama yapılmasını istemiştir. Çünkü ona göre ölüm günü Sevgili’ye, Hakk’a kavuşma günüdür. İşte Allah inancı olan bir insan, doğal olarak Zâten korkusuzdur. Fazladan bir cesarete ve kahramanlığa ihtiyacı yoktur.
Bediüzzaman bu konuyla ilgili şu manada bir örnek vermektedir: Dehşetli hücum ve gürültü ve bağırmasıyla tünel deliğinden çıkan bir trenin geçeceği yola bir metre yakınlıkta duran bir çocuk, trenin bütün tehdit ve bağırmalarına aldırmadan harika bir cesaret ve kahramanlıkla orada duruyor. Adeta “Sen bana birşey yapamazsın.” der gibi. Bu çocuğun böyle cesaret göstermesinin sebebi: trenin biri tarafaından kontrol edildiğine olan inancıdır. Oysa o çocuk yerine İranlıların Rüstem’i ya da Yunanlıların Herkül’ü zamanlarını aşıp bu zamana gelseler, onların zamanında tren olmadığı için elbette trenin bir düzen ile hareket ettiğine dair bir inançları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde şimşekler çakan trenin dehşetli hücumuyla ne kadar korkacaklardır! O harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklardır. Kaçmaktan başka çare bulamayacaklardır. Çünkü onlar, treni kontrol edenin varlığına ve düzenine inanmadıkları için itaatkâr bir binek olduğunun farkında değiller. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon büyüklüğünde yirmi arslanı arkasına takmış bir çeşit canavar zannederler.
İman ehli, değil korkmak, manevi kuvveti kırılmak; aksine temsildeki o masum çocuk gibi, ona hücum eden olaylara ve varlıklara, imanındaki fevkalâde manevi kuvvetle ve bir dayanıklıkla bakar. Olayların hikmet sahibi bir Zât’ın idaresinde olduğunu görür, korkulardan kurtulur. “Allah’ın emri ve izni olmadan bunlar hareket edemezler, ilişemezler.” der. Kimin kalbinde imandan gelen bu hakikat bulunmazsa temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve manevi kuvveti perişan olur ve vicdanı söner. Dünyadaki olaylara esir olur, her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer.
Her şeyde olduğu gibi cesaretin de ölçüsü vardır. Aşırı derecede cesur olan insanlar insanlık için hep sorun olmuştur. Çünkü onların maddi manevi hiçbir şeyden korkuları yoktur. Dünya tarihindeki bütün zâlimler buna örnektir. Bir de hiç cesur olamamak vardır ki; bu da korkulmayan şeylerden bile korkmak anlamına gelir ki bu da hayatı azaba çevirmekten başka bir şey değildir. Oysa cesaretin vasat olanı yani orta yolu, dinî ve dünyevî hayatı için canını feda edip, meşru olmayan işlere karışmamaktır. İslamda bunun adı “şecaat” tir ve en istikametli ve doğru cesaret budur. Belki de çoğu zaman yaşadığımız ıztırap, bu istikameti kaybetmemizin cezasıdır.
Her şeyde olduğu gibi, cesaretin ölçüsünü de Efendimiz (A.S.M.) bizlere göstermiştir. Büyük devletler, büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli düşmanlık ettikleri halde, zerre miktar bir tereddüt, telaş, korkaklık göstermemiştir. Tek başıyla dünyaya meydan okumuş ve İslamiyet’i dünyanın başına getirmiştir. Onu örnek alan büyük Zâtların hayatına baktığımızda onların da zâlimlere hiçbir zaman başlarını eğmeyip, hiç korkmadan cesurca, hak yolunda söz söylemekten, çekinmediklerini görürüz.
Cesarete bir de mantık yönünden bakılacak olursa; gündelik yaşantımızda, cesaret gösteremediğimiz ama aslında bizim için olmazsa olmazımız olan bazı şeyler vardır ki bunlardan korkmanın aslında bir mantığı yoktur. Araba kullanmak, vapura binmek, uçağa binmek, asansöre binmek, hatta en basitinden karşıdan karşıya geçmek gibi. Hayatı tüm zorluklarına rağmen yaşamak zorundayız ve bu zor hayatı kolaylaştırmak için Allah tarafından bizlere bazı nimetler sunulmuştur. Eğer böyle şeylerde cesaret gösteremezsek, korkaklığımız yüzünden bu nimetlerden faydalanamaz hale geliriz. Bu da hayatı bize daha zor kılacaktır.
Böyle bir insan hakkında yine Bediüzzaman başından geçen şöyle bir olaydan bahseder: Bir zaman tanıdığım mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki de batacağız!” Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi: “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık gark olur.” Dedi: “Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim: “Sene kaç gündür?” Dedi: “Üç yüz altmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!” Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşama ihtimalim vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün mümkündür, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: “Cenab-ı Hakk havf (korku) damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf, iki, üç, dört hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane -tedbiren- bir korku meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek, evhamdır, hayatı azâba çevirir.”
Cesaret hayatı korumak ve kolaylaştırmak için verildiği gibi, aynı zamanda bir devletin, bir milletin, ayakta kalma sebebidir. Her an canını hiçe sayan askerlerimiz, polislerimiz, daha birçok cesaret gerektiren işlerde çalışanlarımız olmasaydı ülke olarak varlığımızı sürdürebilmek, korkusuzca sıcacık yataklarda rahat uyuyabilmek mümkün olmayabilirdi. Vatan, bayrak, din söz konusu olduğunda hiç korkmadan ülkeyi savunabilmek, düşmana karşı koyabilmek, haksızlık karşısında dik durabilmek için topyekün cesarete ihtiyacımız vardır. Tıpkı atalarımız gibi, onlardan bize miras kalan o iman gücüyle, o cesaret duygumuzu beslemeli, büyütmeli ve gelecek nesillere aktarmalıyız. Unutmayalım ki; Allah’ın inayeti ve onların imandan gelen bu cesaretleriyle halen varız ve ayaktayız.