Affetmek, bir insanın herhangi bir sebeple insanlara duyduğu öfke, nefret, kin, düşmanlık gibi duygularından vazgeçmesi demektir. Herkesin hayatında birileriyle yaşadığı olaylar sonucu kırgınlıklar ve bu kırgınlıklar sonucunda onlara kin ve nefret duyduğu anlar olmuştur. Kırıldığımız insanları affedemediğimizde, her ne kadar farkında olmasak da bu duygular zamanla bizim için yük haline gelip, bir kambur gibi sürekli ağırlaşarak hayat yolunda ilerlememize engel olur. Sürekli mutsuz olup, yaşanılan ânın tadını çıkarmaya, hep o zamanda kalmaya neden olacak kadar insanı rahatsız eder. Hatta bu duygular kalpte kökteşlikçe olaylara hep negatif yönüyle bakılmasına, başka insanlarda da hep bir kusur görme çabasında olmaya sebep olur. Geçmişte affedemediği insanlar yüzünden hayata küsmüş ve bunun sonucunda da ne çevresine ne de kendisine faydası olamayacak hale gelmiş birçok insan vardır. Çoğu psikolojik rahatsızlıkların, hatta bazı bedeni rahatsızlıkların altta yatan sebebi de,bu affedememe duygusudur.
Resûl-i Ekrem, bir hadiste: “Ey Ukbe, dikkat et! Sana dünya ve âhiret ehlinin en üstün ahlâkından haber vereyim: Gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve sana kötülük edeni affetmendir.”buyurmuştur.
Kin ve nefret hem kişisel hem de toplum hayat açısından çok çirkin, zararlı ve insan hayatı için zehir hükmündedir. Bir gemide dokuz masum kişi ile bir cani bulunsa o gemiyi batırmak bir zulümdür. Hatta bir tek masum, dokuz cani olsa yine o gemi hiçbir sebeple batırılmaz. Aynen bunun gibi; bir insanda bulunan iman, İslamiyet ve komşuluk, arkadaşlık, kardeşlik gibi yirmi masum sıfat varken, bize zararı olan ve hoşumuza gitmeyen bir cani veya kötü sıfatı yüzünden ona kin ve düşmanlık beslemekle, onun manen tahrip olmasını ve batmasını istemek de büyük bir zulümdür.
Mümin, kardeşini sever ve sevmelidir. Onun kötülüğü için ondan nefret etmek yerine ona sadece acımalıdır. Baskıyla, kötülükle değil, iyilikle düzelmesine çalışmalıdır. Onun için Efendimiz (A.S.M) “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve haset etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslüman’ın, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir.” buyurmuştur.
İnsanda bulunan birçok İslami ve insani vasıflar sevgiyi ve bir arada olmayı gerektirdiği halde, mümine karşı düşmanlığa sebep olan ve basit taşlar hükmünde olan bazı kusurları, iman ve İslamiyet’e tercih etmek, insafsızlıktır. İmanın bir oluşu, kalplerin de bir olmasını ister. İnancın birliği, toplumun da bir olmasını gerektirir.
Hepimizi yaratan bir, rızık verenimiz bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, yüze kadar bir bir. Köyümüz, devletimiz, memleketimiz bir, ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler birliği, birleşmeyi, sevgiyi, kardeşliği gerektirdiği ve aramızda kainatı ve gezegenleri birbirine bağlayacak manevi zincirler bulunduğu halde, ayrılığa, kine, düşmanlığa sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz şeyleri tercih edip, birbirimize nefret beslemek, kin bağlamak, o birlik ve kardeşlik bağlarına bir hürmetsizlik ve bir zulümdür.
Düşmanlık edilecekse, sürekli bize kötülüğü emreden nefsimize ve şeytana, zalim insanlara düşmanlık beslemek gerekir.
Sevgi, nasıl ki sevilmeye lâyıktır, düşmanlık da en başta kendisi düşmanlığa lâyıktır. Eğer düşmanımızı mağlup etmek istiyorsak, kötülüğüne karşı iyilik etmeliyiz. Çünkü, eğer kötülükle karşılık verirsek, o düşmanlık daha da artar. Görünüşte mağlup bile olsa, kalben kin bağlar, düşmanlığı devam eder. Eğer iyilikle karşılık verirsek, pişman olur, bize dost olur. Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur. “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de, bakarsın aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.”
Affedici bir tavır sergilemek, o insan için nice iyilik kapılarının açılmasına, hayata bambaşka bir insan olarak devam etmesine sebep olabilir. Bediüzzaman’ın dediği dibi; “Evet fena bir adama, ” iyisin iyisin “desen iyileşmesi ve iyi adama,” fenasın fenasın desen fenalaşması çok vuku bulur.”
Mü’min kardeşimizden bize gelen fenalığı, tamamen ona verip, onu mahkum edemeyiz. Çünkü en başta kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, kaza ve kader hissesine karşı rıza göstermek gerekir. Daha sonra nefis ve şeytanın payını de ayırıp o insana düşmanlık değil, belki nefsine yenik düştüğünden acımak ve pişman olacağını beklemek lazımdır. Daha sonra da kendi nefsimizde görmediğimiz veya görmek istemediğimiz bir kusurumuzu görüp, bir pay da ona verirsek, geriye kalan küçük şeylere, affetme ve bağışlama ile büyüklük göstererek karşılık vermek, bizi zulümden ve zarardan kurtarır. Yoksa beş paraya değmeyen fani, geçici, ehemmiyetsiz dünya işleri için, sanki dünyada ebedi kalacak gibi şiddetli bir hırs ile ve bitmez bir kin ile sürekli düşmanlık göstermek zulümdür, divaneliktir, anlamsızdır.
Aslında affedememenin sebebi bir gün öleceğimizi unutmamızdır. Dünyanın ehemmiyetsiz, geçici işleri için birbirimizi kırmak, gücendirmek ya da birbirimize kin beslemek, affedememek ölüm hakikatinin yanında çok basit düşer.
Bir zaman bir adam hanımı ile hiç anlaşamaz, sürekli kavga edermiş. Bir gün adamın artık canına tak etmiş ve boşanmaya karar vermiş. Bunun için Şeyhine gidip izin istemiş. Şeyhi de “Boşanmasına boşanırsın amma ecelin kırk gün kaldı. Kırk gün sonra öleceksin artık sen bilirsin” demiş. Adam bu duruma çok üzülmüş. Gidip hanımına şeyhin söylediklerini bir bir anlatmış. Hanımı “Adam Zâten ölecek en iyisi son günlerinde iyi davranayım” diye düşünüp, her gün kocasını memnun etmeye çalışmış. Adam da “Ya Zâten öleceğim en iyisi son zamanlarımda hanımla iyi geçineyim” diye düşünüp, hanımının gönlünü hoş tutmaya çalışmış. Böyle mutlu mesut bir şekilde kırk gün geçmiş. Fakat adam ölmemiş. Hemen soluğu şeyhinin yanında almış. “Şeyhim kırk gün geçti ama ben ölmedim.” demiş. Şeyhi “Hanımla aran nasıl” diye sorunca, “Şeyhim eskisinden daha da iyiyiz” demiş. Şeyhi gülümseyerek “İnsan her gün ölecekmiş gibi yaşamalı” demiş.
Bazı insanların bize yaptıkları haksızlıklar, zulümler belki de başka hatalarımızın sonucu olabilir. İlahi kader, başka bir sebepten dolayı cezayı hak etmiş olan kimseyi, bir zalim eliyle cezaya çarptırır. Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde bile hakikî bir güzellik yönü vardır. Kâinattaki her şey, her hadise ya bizZât güzeldir ya da neticeleri yönüyle güzeldir. Bir kısım hadiseler var ki; görünüşte çirkin karmakarışıktır. Fakat o görünüşteki perde altında gayet parlak güzellikler ve düzenler vardır.
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur ve çamurlu toprak perdesinin altında, güzel çiçek ve muntazam bitkilerin tebessümleri saklanmıştır. Tohumlar gibi büyüyüp gelişememiş birçok kabiliyet çekirdekleri, çirkin görünen hadiseler ile filizlenip güzelleşir. İnsanların başlarına gelen çirkin görünen olaylar da aslında birer manevi yağmurdur. Fakat insan kendine bakan yönüyle yargılayarak zarar olduğuna hükmeder. Meselâ, Atmacanın serçelere musallat olup saldırması, görünüşte rahmete uygun gelmez. Ancak, serçenin kabiliyetleri, o sataşma ile gelişir.
İnsanın, çevremizdekilerle yaşadığı olaylara bu bakış açısıyla bakması gerekir. Belki de insanda var olup da dışarı çıkmayı bekleyen kabiliyetleri, başkalarının ona davranışı sonucu ortaya çıkacaktır. Çünkü, Allah her şeyi güzel yaratır. Hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmaz. Her şeyde bir hikmet ve fayda gözetir. O yüzden başa ne gelse hayırlıdır. Öyleyse “Olanda hayır vardır “deyip, olana razı olunmalıdır. Hem Allah yaşadığımız hiçbir sıkıntıyı karşılıksız bırakmaz. Efendimiz (S.A.V) bir hadisinde şöyle buyuruyor:”Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” buyurmuştur.
Cenab-ı Hakk, merhamet ve adaletinden, iyilik içinde peşin, çabucak bir mükâfat ve fenalıklar için de peşin bir ceza yerleştirmiştir. Meselâ, müminler arasında muhabbet etmek, sevmek, iman ehli için güzel bir iyiliktir. O iyilik içinde, manevi bir lezzet, bir zevk, bir kalp ferahlığı yerleştirmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.
Meselâ müminler arasında düşmanlık, kin ve nefret bir kötülüktür. O kötülük içinde kalp ve ruhu sıkıntılara boğacak vicdan azabını, yüksek ahlaklı ruhlara hissettirir. Bu kötülüğe acele bir ceza olarak, insana bu şekilde çektirir. Bunun gibi bütün iyi ve kötü davranışlar, bu ölçüye göre değerlendirebilir.
Affetmeyi insana zorlaştıran en büyük etken elbette ki şeytandır. Şeytan, insanın düşmanı olduğu için insanlığın faydasına olan hiçbir şeyi istemez. Müminlerin kardeşçe yaşamasını hazmedemediğinden sürekli onları tuzağa çekmeye çalışır. Şeytanın toplum hayatını bozan bir tuzağı şudur ki: Bir insanın bir tek kötülüğüyle bütün iyiliklerini örter. Allah haşirde mutlak adaleti ile amelleri tarttığı zaman, iyiliğin kötülüğe üstünlüğü ya da azlığı noktasında hükmeder, bazen bir tek iyilikle çok kötülüklerini örter. Öyle ise bu dünyada, o İlahi adaletle muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına sayıca ya da kıymetçe üstün gelse, o adam sevgiye ve hürmete hak kazanır. Belki, kıymetli bir tek iyiliğine karşılık, çok kötülüklerine af nazarı ile bakmak lazımdır.
Şeytanın içine çektiği bir diğer tuzak da insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Hata yaptığımız insanlara karşı kusurlu olduğumuzu bilip, özür dileyip, af dilemimize engel olur. Hem de Rabb’imize karşı kusurlarımızı itiraf edip, affedilmemizi istemez. Allah’a sığınma yolunu kapamak ister. Hem benliğini hareketlendirip, nefsin kendini avukat gibi savunmasını, adeta kusursuz görmesini sağlar. Şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Nefsine rıza gözüyle bakan ayıbını göremez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, tövbe etmez, Allah’a sığınmaz, şeytana maskara olur. Hz. Yusuf (A.S) gibi bir Peygamber, “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis sürekli kötülüğe sevk eder. Ancak Rabbim merhamet ederse o başka” demiş olduğu halde, insanın nefsine güvenmesi düşünülemez.
Olaylara tüm bu yönleriyle bakıldığında affetmek daha kolay olacaktır. Bir arada yaşayan bir toplum olabilmek için; affedebilmek, birbirimizin kusurlarını unutabilmek gerekir. Zâten halen affedici insanların olması dünyayı yaşanır kılar. En azından dış düşmanların hücumu zamanında, içerideki düşmanlıkları unutmak ve bırakmak gerekir. Bu toplumsal, doğru hareketi en bedevi kavimler bile yapmıştır.
Tarihte, Bedevi aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski düşmanlıkları unutup, omuz omuza verip, o dışarıdaki aşireti def’edinceye kadar içerideki düşmanlığı unutup, hatırlarına getirmezlermiş.
İşte bize karşı, aşiret hükmünde birçok düşman vardır. Her birisine karşı birbirimize dayanarak, el ele verip savunma vaziyeti almaya mecbur iken, onların hücumunu kolaylaştırmak, onların içeri girmeleri için kapıları açmaya sebep olan tarafgirliklerimiz, düşmanlıklarımız hiçbir yönüyle iman ehline yakışmaz. İslam’a, vatana, millete zarar vermek isteyen insanlardan, tâ dünyadaki bela ve musibetlere kadar, bize karşı zararlı vaziyet alan, birbiri arkasında bize öfke ve hırs ile bakan, belki yetmiş çeşit düşmanlar vardır. Bütün bunlara karşı kuvvetli silahımız ve kalemiz: İslam kardeşliğidir. Bu kaleyi, küçük düşmanlıklarla ve bahanelerle sarsmak ne kadar vicdan dışı, mantık dışı olduğunu bilip, ayılmalı, kin ve nefreti bırakıp sımsıkı kenetlenmeliyiz. Peygamberimizin “Mü’minin mü’mine bağlılığı parçaları birbirini tutan bina gibidir” ifade ettiği yüce düsturu, hayat düsturu yapıp, dünya ve âhiret sefaletinden kurtulabiliriz.
Bir hadiste: “Musa Aleyhisselâm, ‘Ya Rabbi, senin indinde en aziz kimdir?’ diye sordu. Allahü Teâlâ da ‘İntikam almaya gücü yeterken affedendir’ buyurdu”
Peygamber Efendimiz (sav), davet için gittiği Tâif’te ona zulmedenleri Allah’ın helak etmesini istememiştir. Onları İslam dinine davet etmiş, fakat onlar kabul etmediği gibi hakaret ve alay etmişlerdir. Reislerinden biri:
“Allah, peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?” diyecek kadar ileri gidip, beldelerinde misafir olarak bulunan Cihan Peygamberi’ne sokak gençlerini ve kölelerini kışkırtarak saldırttılar. Kâinatın Efendisi ve Hazret-i Zeyd’i taşa tuttular. Resûlullah’ın mübârek ayakları kana bulandı. Öyle ki, isâbet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hâle geldi. Mekke’ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki Dağlar Meleği, Hazret-i Cebrâil ile gelerek Resûlullah Efendimiz’e: “Şu iki dağı birbirine çarparak bu kavmi helâk edeyim mi?” deyince, Hazret-i Peygamber râzı olmadı: “Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’tan onların soylarından sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil getirmesini dilerim.” buyurdu.
Peygamber Efendimiz’in maksat ve gayesi insanları beddualarla yok etmek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi. Aksine gayesi, insanların imana kavuşması, hidayete ulaşması ve ebedî saadete ermesiydi.
Şu dünyadaki en büyük gayemizin Allah’ın sevgisini kazanmak olduğunu ve O’nun da affedenleri, öfkesini yutanları sevdiğini düşündüğümüzde; affetmek, O’nun sevgisini kazanmak adına bizim için büyük bir fırsattır. Bazen küçük gördüğümüz bir amel, bir iyilik Cenab-ı Hakk’ın hoşuna gider, bağışlanma sebebimiz olur. Hangi amelin bizi kurtaracağı bilinmediğinden hiçbir iyiliği hafife almamalıyız. Fakat nasıl olsa “Allah affeder, benim kalbim temiz.” deyip rahatlıkla kötülükleri, günahları işlemek bu durumu yanlış anlayıp, kötüye kullanmaktır.
Affedici insanlar, başkalarının günah ve kusurunu araştırmak yerine kendi eksiklerini gidermeye çalışırlar. Çatışmayı değil, barışı öğütlerler, kusurları bağışlamasını bilir¬ler. Hâfız-ı Şirazî’nin dediği gibi “Dünya öyle bir meta (mal) değil ki, bir nizaa (çekişmeye) değsin.” Yine devamla diyor: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına karşı sulhkârâne muamele etmektir.” Yani dostlarına ikramda bulunmak, düşmanlarına da barış içinde muamele etmektir.