Son günlerde yeniden gündeme getirilen bu mesele hakkında, geçmişte bazı yayın organlarında, zaman zaman bazı makaleler yayınlanmıştı ve TV kanallarında da buna dair tartışma programları yapılmıştı. Ben burada, ezan, kamet, namaz ve namaz tesbihatında; ibadet dili Arapça dışında-Türkçe veya herhangi başka bir dil- başka dillerin istimal edilemeyeceğine, edilmemesi gerektiğine dair bazı hakikatleri, sizlerle paylaşacağım inşallah… Evvelâ; bazı ayetlerin meallerini vererek başlamak istiyorum. Fakat bu mealleri vermeden önce şunu da belirtmekte fayda mülahaza ediyorum; Kur’an’ın hakikî manada tercümesi mümkün değildir ve birçok dile “tercüme” adı altında çevrilen “Kur’an-ı Kerîm Meali” kitapları da; Kur’an’ın aslının yerini tutamaz ve onun yerine ikame edilerek, camilerde okutulamaz! Sadece, dar-ı harb denilen Frengistan diyarında -yani Avrupa’da vb beldelerde- ezanı, kameti,kendi dillerine tercüme ederek okumalarına şer’an cevaz verilmiş, yani müsaade edilmiştir. Gelelim söz konusu ayet meallerine👇🏻 “Şüphesiz bu Kur’an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye açık bir Arapça ile Rûhulemîn indirmiştir” (Şuara, 192-195) “Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Ta-Ha, 113) “Korunsunlar diye dosdoğru bir Arapça Kur’an indirdik” (Zümer, 28) “Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere, ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 3) “Bu ve buna benzer ayetlerde de görüldüğü gibi; Rabbimiz, Kur’an’ın apaçık Arapça olarak indirildiğini, bizlere net bir şekilde bildirmektedir. Günümüzde her bilim dalının kendine has bir terimler sözlüğü, literatürü-terminolojisi vardır ve o sahada uzmanlaşmış olan filozoflar ve bilim adamları, uzun yıllardan beri kullandıkları o bilim dilinin değiştirilmesine, başka dillere tercüme edilmesine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Örneğin tıp ve sağlık bilimleri, asırlar boyu ölü bir dil olan Latinceyi kullanmaktadırlar ve hala da bu durum devam etmektedir. Hukukçular (memleketimizde) da, uzun yıllardan beri Osmanlıca tabirleri kullanmaktadır, bu örnekler çoğaltılabilir, kısa kesiyorum. Dünyevî makamlar için, tahsil ettikleri bilim dalına ait bilimsel tabirlerin-terimlerin değiştirilmesine-başka dile tercüme edilmesine cevaz göstermeyen ve tahammül edemeyen kimseler; Fatiha ve diğer zammı surelerin; Türkçe veya Arapça dışında başka herhangi bir lisana tercüme edilerek namazda okunmasını veya camilerde Kur’an yerine, Kur’an meallerinin okutturulmasını nasıl normal karşılayabiliyorlar? Bu çelişkili durumu Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur külliyatında, iki yerde çok güzel bir şekilde dile getirmiştir: 1)”Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime Frengî lügatinden taallüm ettiği halde elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse; elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler!” (Mektubat- 482) 2)”MÜHİM BİR SUAL: Bazı ehl-i tahkik derler ki: Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve sair tesbihlerin her biri müteaddid cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini tenvir eder, manevî gıda verir. Manaları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir libastır; değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o manalara elfaz giydirse, daha nâfi’ olmaz mı? ELCEVAB: Elfaz-ı Kur’aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid libas değil; cesedin hayatdar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir haleti çok defa tedkik ettim gördüm ki; o halet, hakikattır. O halet şudur ki: Sure-i İhlas’ı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki: Bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. Ve hâkeza… Gitgide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki; pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tedkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latîfeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhâssa o Arabî lafızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır. İşte kendim tecrübe ettiğim şu halet gösteriyor ki: Ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır. Çünki menba’-ı daimî olan elfaz-ı İlahiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâekal on sevabı zayi’ olması ve huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etmediğinden; gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur. Evet,nasıl İmam-ı A’zam demiş:”Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir.” Biz de deriz: Kelimat-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi, mana-yı lügavîsinden ziyade, mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır. Öyle ise, değişmeleri şer’an mümkün değildir. Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslamiyet’le geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar;bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tenbelliklerinin hatırı için; o nur menba’larının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!.. Hem “SÜBHANALLAH” diyen, hangi milletten olursa olsun; Cenab-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa; akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizac eden meal-i icmalî; çok nurlara ve feyizlere medardır. Bâhusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar; çok ehemmiyetlidir. Elhasıl: Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler. Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç mündefi’ olur. Elhasıl: Lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfaz-ı Kur’aniyenin i’cazı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir! Belki “muhaldir” diyebilirim. Kimin şübhesi varsa, i’caza dair Yirmi Beşinci Söz’e müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî manaları nerede?” (Mektubat – 342) ***Günümüzde kariyer yapmak veya kariyerinde yükselmek için her gün İngilizce vb. dillerden 50-100 tane kelime ezberleyen, öğrenen kimseler; ebedî hayatının-cennetin anahtarları hükmünde olan SÜBHANALLAH-ELHAMDÜLİLLAH-ALLAHU EKBER gibi mübarek kelimelerin icmalî- kısacık meallerini-niçin merak edip öğrenmezler? Türkçe ibadet safsatasını ortaya atan bedbahtlar; ulema’üs-su'(dinini dünyaya satan, bid’alara fetva veren ve karınlarını haramla ve ateşle dolduran kötü alimler) tabirine müstehak oluyorlar . Bunlara karşı en güzel cevabı;-eserlerinin muhtelif yerlerinde-Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri vermiştir; buyurun birlikte okuyalım inşallah: 1)”Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi ecnebileri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek, bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor?” ELCEVAB: Bu kıyasın o kadar zahir bir farkı var ki hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki “diyar-ı İslâm”da mesağ olamaz. Hem Frengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenü’ş-şer ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâm’da ise muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâm’a lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyet’e ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ şu memleketin maâbid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar.” (Mektubat- 481) 2)”Ehl-i ilhada kapılan ulemaü’s-sû, milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz? ELCEVAB:İmam-ı A’zam’ın bu fetvasına karşı, başta a’zamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir. Mu’zam-ı ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususidir: BİRİNCİSİ:Merkez-i İslâmiyet’ten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir. İKİNCİSİ: İhtiyac-ı hakikiye binaendir. ÜÇÜNCÜSÜ: Bir rivayette lisan-ı ehl-i cennetten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur. DÖRDÜNCÜSÜ: Fatiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin. BEŞİNCİSİ :Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile maânî-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki zaaf-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek; dini terk ettirmektir!” (Mektubat- 482) Hatırıma gelmişken; yukarıda BEŞİNCİSİ ile alakalı olarak (Araplara ve Arapçaya düşmanlığın çok zararlı ve tehlikeli olduğuna dair) şöyle bir Hadîs-i Şerif vardır: “ÜÇ ŞEY İÇİN ARAPLARI VE ARAPÇAYI SEVİNİZ; BEN ARAP OLDUĞUM İÇİN, KUR’AN, ARAPÇA OLDUĞU İÇİN VE CENNET DİLİ ARAPÇA OLDUĞU İÇİN.” Malumunuz; bu hadîste sevilmeye layık olan ARAPLAR’dan kasıt; en başta Sevgili Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm olmak üzere O’nun âl ve ashabı ve günümüzde dini bütün olan Araplar olsa gerektir. Ebu cehil ve ebu leheb gibi heriflere benzeyenler değildir elbette!
Devamı gelecek….
Sinan Yaman Araştırmacı Yazar