بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
Ön Söz
Sin ve Sena adlı bal arısı tatlıcı kardeşlerin merak edip araştırdıkları, görüp yaşadıkları ve düşündükleri hakkında anlatılan öykülerden küçük büyük herkesin alacağı bir pay bir hisse vardır. Belki herkes anlatılan öykülerden aynı şeyi, aynı derecede anlayıp kavrayamaz ve faydalanamaz ancak kimse de tamamen nasipsiz, mahrum kalmaz.
Meyve dolu bir bahçeye giren kimsenin, her meyveye eli yetişmez, bahçenin bütün meyvelerini toplayamaz ancak herkes elinin yetiştiği kadar meyve toplayıp tadabilir ve toplayabildiği kadarı da ona yeter.
Bahçedeki bazı meyvelere ancak eli, kolu uzun olanlar yetişebilir, belki de bahçedeki bazı meyveler ancak kuşlar içindir.
(GÖKYÜZÜ)
Sin ve Sena adlı kardeşler, Süphan Dağı’nın eteklerinde şirin, güzel bir köyde yaşıyorlar. Kovanları da bu güzel köyün ıssız bucaksız yaylalarına bakan bir yamaçtadır. Her tarafta şırıl şırıl akan serin berrak sular, yeşil ağaçlar ve bin bir türlü renk, koku ve güzellikte yaratılmış bitkiler ve çiçekler…
Sin ve Sena hayatlarının ilk günlerinde kovandan çıkmaya ve yapacakları işe özenle hazırlanırken, her gün dışarı çıkıp kovana balözü ve polen taşıyan arkadaşlarından kâinat hakkında anlatılan harikulade güzellikleri dinliyor, kendilerinin de bir an önce gökyüzünü, Güneş’i, yıldızları, dağları, ovaları görüp tanıyacakları günlerin hayalini kuruyorlardı…
………………
Her gün Güneş’in ilk ışıklarıyla birlikte kovanda tatlı bir telaş ile hareketlenme başlardı. Bugün Sin ve Sena’nın yuvalarından çıkıp uçabilecekleri ilk gündü. Tatlıcı kardeşler sevinçli ve heyecanlıydılar, görevlerini layıkıyla yapmak, yeryüzünü görmek, tanımak ve diğer canlılarla tanışmak için sabırsızlanıyorlardı.
Sin ve Sena gökyüzünü seyretmek,rüzgârı hissetmek, yağmura yakalanıp ıslanmak, renkli ve mis kokulu çiçeklere konmak, derelerden soğuk, billur sular içmek, en renkli, en lezzetli balözünü toplayıp kovanlarına taşımak istiyorlardı.
Nihayet kovandan çıkma sırası kendilerine geldi, merak ve heyecanları doruktaydı.İlk defa yuvadan ayrılıp uçacak, küçücük yuvalarının dışında harika bir âlemi görüp tanıyacaklardı.
Sin ve Sena’nın ayakları kovandan kesildi. Önce sendelediler, ancak hemen toparlanıp var güçleri ile kanat çırptılar, uçtular uçtular uçtular…
Aman Allah’ım bu ne aydınlık, bu ne ıssız bucaksız bir yeryüzü, bu ne renklilik, bolluk bereket ve güzellik…
Başları döndü, gözleri karardı, bir an için görevlerini unutur gibi oldular fakat kovan arkadaşlarını görünce, görevlerini hatırlayıp birbirinden güzel yüzlerce binlerce çiçeğe, bitkiye, yaprağa uğrayıp hepsinden balözü veya çiçektozu alarak keseciklerini iyice doldurdular…
Hangi bitkiye konmak isteseler, önce “Bismillah” deyip izin istiyor, çiçekler bitkiler de onları tanıyıp neden geldiklerini bilerek memnun oluyor, görevleri gereği hazırladıkları balözü ve çiçektozlarını bu çalışkan ve kibar ziyaretçilerine cömertçe sunuyorlardı. Hem tatlıcı kardeşler, hem de bitkiler yaptıkları işten zevk alıyorlardı. Her şey her iki taraf için de son derece zevkli ve neşeli bir rüya gibiydi.
Yuvaya dönüş vakti gelince, yollarını kolayca bulup, birbirlerine benzeyen yüzlerce kovan arasından kendi kovanlarına ulaştılar, binlerce arkadaşları gibi topladıkları çiçek tozlarını polen ambarına, balözünü de peteklere özenle aktardılar.
Sin ve Sena için artık dinlenme zamanıydı, yataklarına uzanıp sohbete koyuldular. Gezip gördükleri harikulade ilginç yerler ve bitkiler gözlerinin önünden gitmiyordu. Masmavi gökyüzü, pırıl pırıl parlayan Güneş, bulutlar, yıldızlar…
Bu harikulade yerler, güzellikler karşısında hayretlerini dile getirdiler. Bitkilerin tadı, kokusu, rengi, şekli nasıl da birbirlerinden güzel ve farklıydı. Ama hepsi bir arada ne kadar uyumlu ve birbirlerine ne kadar da yakışıyordu. Sonra kendi türleri dışındaki diğer kuşlar, böcekler, sinekler ve kelebekler… Anlatmakla bitiremediler. Düşünüp hayal ettikçe merakları da arttı. Acaba bu yerlerin, canlı cansız bu varlıkların, bu harikulade güzelliklerin
Sahibi Kimdi?
Kim nasıl yapmıştı?
Ne için yapmıştı?
…………………………
Bu ve benzeri soruların cevaplarını bulmak / bilmek ne kadar da güzel olacaktı. Nihayet Sin ve Sena, görevlerini yapmış olmanın haklı huzuru, süruru içerisinde uykuya dalıp vızır vızır uyudular.
Ancak sorular uykuda da kendilerini bırakmadı…
Bu yerlerin, bu güzelliklerin sahibi, yaratıcısı kimdi?
Nasıl yapmıştı?
Neden yapmıştı?
Elbette gökyüzünün, gezip gördükleri yaylaların, bağ ve bahçelerin, türlü türlü bitki ve meyvelerin, birbirinden güzel ama faklı lezzetlerin, koku ve tatların bir sahibi, bir ustası, bir sanatçısı olmalıydı.
Günler birbirini takip ediyor, her gün bir önceki günden daha güzel ve verimli geçiyordu. Sin ve Sena artık her gün balözü ve polen toplarken, merak ettikleri, akıllarına takılan soruların cevaplarını aramaya ve bulmaya daha fazla zaman ayırıyor, daha fazla düşünüyorlardı.
Ancak, merakları her geçen gün artan Tatlıcı kardeşler, sorularına nerede ve nasıl cevap bulacaklardı? Bu sorulara kim cevap verecekti..?
O da ne?…
Sin ve Sena gökyüzünden bir ses duydular, hayretle dikkat kesildiler.
Gökyüzü: “Bana bakın, aradığınızı ben size bildireceğim!” diyordu.
Sin ve Sena merakla gökyüzüne dönüp, dikkatle gökyüzüne baktılar…
Uçsuz bucaksız masmavi engin derinlikler içinde asılı duran pamuk gibi beyaz bulutları,
Pırıl pırıl parlayan ve hiç eksilmeden ve sönmeden yeryüzünü aydınlatan, tüm canlıların yüzünü güldüren, dünyanın lambası ve sobası olan güneşi,
Gökyüzünde adeta yüzer gibi çok hızlı hareket eden, ama düşmeden ve birbirine çarpmadan ışık saçan yıldızları,
İsimlerini dahi bilmedikleri gök cisimlerini, gezegen ve galaksileri gördüler.
Sin ve Sena gökyüzünün dediğini tekrar ettiler: “Aradığınızı ben size bildireceğim!”
Evet, gökyüzünde saymakla bitiremeyecekleri kadar harika cisimler ve bunların yaptıkları görevler vardı. Sin ve Sena, aradıklarının gökyüzündeki bu harikalarda olduğunu anladılar.
Bir gün önceki akşamı hatırladılar. Yuvalarına dönmekte biraz gecikince Güneş batmış, ortalık kararmaya başlamış, Tatlıcı Kardeşler ne yapacaklarını bilememişlerdi.
Yollarını nasıl bulacaklardı?
Endişe içinde düşünürken, Ay da iyice yükselmiş, gece lambası gibi çevreyi aydınlatmaya başlamıştı, gökyüzünü süsleyen yıldızlar da onlara yol gösterince, Tatlıcı kardeşler yollarını bulup yuvalarına gelebilmişlerdi.
Gökyüzünün “Aradığınızı ben size bildireceğim!” sesi, gökyüzünde gördükleri ve bir gün önce yaşadıkları…
Sin ve Sena yaşadıkları duydukları ve gördükleri karşısında hayretler içinde kalmışlardı.
Konuşmaya Sin başladı: “Bu kadar muhteşem ve temiz gökyüzü, güneş, ay ve yıldızların her biri ayrı bir sanat eseri, her biri ayrı bir harika, her biri ayrı ve önemli bir görev yapıyor. Gökyüzünü bu kadar yüksekte direksiz tutan, gezegenleri Güneşin etrafında döndüren; Ay’ı Dünya’ya gece lambası ve saat yapan, bitmez tükenmez bir enerji ile gökyüzünü süsleyen yıldızların bir sahibi, idarecisi, düzenli bir şekilde hareket ettireni, temizliğini yaptıranı ve hepsinden önemlisi bir yaratıcısının olması lazım…”
Sena: “Evet evet evet! Ben de inanıyorum ve kabul ediyorum ki, gökyüzü ve gökyüzündeki her bir cisim, her bir varlık bir düzen ve intizam içindedir. Bu düzen ve intizam, sahipsiz, rastgele, başıboş, gayesiz olamaz. Her şey, bu gökyüzü ve kâinatın bir tek sahibi, bir yaratıcısı, terbiye edicisi bir sultanı, bir idare edicisi olduğunu gösteriyor.”
Sin ve Sena merak ettikleri sorularının cevaplarını da bulmaya başlamışlardı.
Madem gökyüzü var, gökyüzünde güneş, ay, yıldız ve gezegenler var ve bunların her biri, birer harikadır, harika işler yapıyorlar ve harika işlerini bize de gösteriyorlar.
O halde mutlaka bu harika işler yapan, harika varlıkların bir sahibi, bir yaratıcısı var…”
Tatlıcı Kardeşler memnundular. O gün yuvalarına daha mutlu döndüler. İnançlı, kararlı ve mutluydular. “Bu bize yetmez” dediler, kâinatı tanımaya, yaratıcısını ve sahibini aramaya, bulmaya başlamışlardı ve bu arayışa devam edeceklerdi.