Salgın hastalığın memleketimizde görülmeye başladığı günden bu güne kadar en başta doktorlarımız olmak üzere tüm sağlık çalışanlarımız, büyük bir özveri ve gayret göstererek, bizleri kendilerine müteşekkir ve duacı kıldılar. Allah onlardan razı olsun. Bu vesileyle, aslında bir yönüyle peygamberlik mesleği sayılan “Doktorluk” mesleğini ve bu mesleğe gönül veren doktorları ve onların tamamlayıcısı ve destekçisi olan tüm sağlık personelini de katarak bazı mülahazalarda bulunmak istiyorum.
Doktorluk peygamberlik mesleğidir dedik. Buna bir misal olarak; kutsal kitabımız Kur’an’da bahsi geçen ve Hz. İsa Aleyhisselam’ın elinde zuhur eden mucizeleri verebiliriz. O dönemde Tıp ilmi revaçta olduğu için, mucizelerin çoğu o türden gelmiştir. Körlerin ve alaca hastalığı olanların Hz. İsa (as)’nın mübarek elinin temasıyla ve mübarek nefesiyle biiznillah iyileşmeleri, hatta ölülerin bile yine onun duası ve nefesiyle biiznillah hayatlanmaları bu mucizelerden birkaçı olup gelecekte tıp alanında yapılacak tüm gelişmelere kapı aralamakta ve bu ilim ve sanat erbabını, bu sahalardaki buluşlara teşvik etmektedir.
Peygamber Efendimiz (asm) de, gerek savaşlarda yaralanan ashabını ve gerekse yanına gelen en çaresiz durumda olan hastaları, mübarek elinin temasıyla ve duasıyla biiznillah tedavi etmiştir. Getirdiği iman ve hidayet nuruyla, manevî hastalıkları tedavi ettiği gibi; bir eczahane-i Rahmanî olan mübarek eliyle de, maddî hastalıkların şifasına bir vesile olmuştur. Aslında insanlığın maruz kaldığı maddî-manevî tüm yara ve hastalıkların en müessir ilâcı; iman ilacıdır. İşte Peygamber Efendimiz (asm); tabib-i kulub, yani kalplerin doktoru olan Kur’an ile insanlığın tüm hastalıklarını tedavi edici nitelikte olan en mükemmel manevî reçeteleri, tüm dünya insanlarının ellerine uzatmıştır. Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de bu hususta şunları söylemiştir:
“…eczahane-i Kübra-yı İlahiye olan Kuran-ı Hakîm’in tiryakî ilaçlarından, Risalei’n-Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî derdlerime bin kudsi şifayı buldum ve Risale-i Nur şakirdleri de buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil olan zındıka hastalığına müptela olanlardan çokları, onunla şifa buldular. “(Şualar shf:704)
“…doğrudan doğruya tabib-i kulub olan Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risalet-un Nur; benim çok tecrübelerimle, umum manevi derdlerime şifa olduğu gibi, Resaili’n-Nur şakirdleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar.”(Şualar shf:707)
Doktorluk mesleğini çok seven Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, bahtiyar bir doktora hitaben kaleme aldığı şu mektup çok ibretli ve dikkat çekici mesajlar içermektedir.
“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum! Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyan-ı tebriktir. Biliniz ki; mevcudat içinde en kıymetdar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymetdar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymetdarı; hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise; hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir… Hem bilirsin; me’yus ve ümidsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilâçtan daha ziyade nâfi’dir…” (Barla Lâhikası shf:66)
Bu mektuptan en önemli görevin, hayata hizmet ve hayat kurtarmak olduğunu, özellikle de bu fâni hayatın bâki bir hayata ve ebedî bir cennete dönüşmesi için çaba sarf etmenin en başta kendi hastalıklarının farkına varıp hem kendi manevî hastalıklarının hem de beşeriyetin maruz kaldığı tüm maddî ve manevî hastalıklarının tedavisine çalışmanın Allah katında ne kadar mühim ve sevaplı bir görev ve hizmet olduğunu idrak etmiş oluyoruz.
Bediüzzaman Said Nursî hazretleri; kendi hastalığının farkına varmayla alakalı olarak da şunu söylemiştir:
“…bir inayet-i İlahiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hazret-i Şeyh’in “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmisekizinci Mektub’da beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyh’in himmet ve irşadıyla Eski Said (R.A.), Yeni Said’e inkılab etmiş. O Fütuhu’l-Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: Yani; “Ey bîçare! Sen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de bir a’zâ olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın manevî hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki en ziyade hasta sensin. Sen evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış… İşte o vakit, o tefe’ül sırrıyla; maddî hastalığım gibi, manevî hastalığımı da kat’iyyen anladım. O şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuhu’l-Gayb” kitabında “Yâ gulam!” tabir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulam yerine vaz’ettim… ilaahir” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi Shf:143)
Kur’an’da geçen: “Kim bir insanı haksız yere öldürürse; tüm insanları öldürmüş gibidir ve her kim bir insanın hayatını kurtarırsa; bütün insanları kurtarmış gibidir. ” (Maide 32) mealindeki ayet de, doktorluk mesleğinin kıymet ve ehemmiyetini bir kat daha iyi anlamamıza vesile olmuştur. Bir hastaya teselli vermek, hastalığın hikmetini ve faydalarını, sevabını o hastaya anlatmak bir çeşit terapi olup günümüz Avrupa’sında, oradaki doktorlar tarafından uygulanmaktadır Ve bu tarz bir terapi, bazen bin ilâçtan daha faydalı ve çok daha etkilidir. Buna dair, Risale-i Nur külliyatından, Lem’alar kitabından 25. Lem’a olan Hastalar Risalesinden iki kısa devayı sizlerle paylaşmak isterim.
“YİRMİNCİ DEVA: Ey derdine derman arayan hasta! Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir. Hakikî kısmı ise; Şâfî-i Hakîm-i Zülcelal, küre-i arz olan eczahane-i kübrasında, her derde bir deva istif etmiş. O devalar ise; dertleri isterler. Her derde bir derman halketmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı; Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi; şifayı da O veriyor. Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak; ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünki; ekser hastalıklar sû’-i istimalâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatiattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim; elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesayada bulunur. Sû’-i istimalâttan, israfattan men’eder, teselli verir. Hasta, o vesaya ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir, sıkıntı yerinde bir ferahlık verir.” (Lem’alar Shf:217)
“YİRMİBEŞİNCİ DEVA: Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi’ ve her derde deva ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz; imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani; tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz. Evet dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden güya âdeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta, manevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o manevî vücuduna birden şifa verip; yaralardan kurtarıp, hakikî şifa verdiğini pek çok risalelerde kat’î isbat etmişiz. Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum. İman ilâcı ise; feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua; o tiryakın tesirini meneder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî İMANIN kudsî ilâçlarından ve nurlarından TÖVBE ve İSTİĞFAR ile DUA ve NİYAZ ile istimal ediniz. Cenab-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffaretü’z-zünub yapsın. Âmîn âmîn âmîn…” (Lem’alar Shf:220)
Son kısımda büyük harflerle yazılı 5 mühim ilaçla alakalı kısa bir kıssa ile yazımı noktalamak istiyorum: Deli zannedilerek tımarhaneye atılan bir veli; kendisine “günah işleme hastalığının tedavisi için gerekli bir reçete” vermesini isteyen Bayezid-i Bistami hazretlerine şu reçeteyi ve manevî formülü vermiştir: “TÖVBE yaprağı ile İSTİĞFAR kökünü; KALP havanında 100 defa TEVHİD tokmağı ile döv, iyice ez. Sonra, İNSAF eleğinden geçir ve GÖZYAŞI ile hamur yap ve MUHABBETULLAH-AŞK-I İLAHÎ fırınında güzelce pişir ve sabah-öğle-akşam bol bol ye! Hiç bir şeyin kalmaz, şifa bulursun inşallah” Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretleri, benzer formülü yirmi beşinci devada vermiştir.
NE MUTLU BU BAHSEDİLEN HAKİKATLERE VE SON KISIMDA TARİFİ YAPILAN MANEVÎ REÇETEYE UYGUN BİR ŞEKİLDE CANLA BAŞLA KOŞUŞTURAN, HİZMET EDEN BAHTİYAR DOKTORLARIMIZA VE TÜM SAĞLIK ÇALIŞANLARIMIZA…
Sinan YAMAN
Araştırmacı Yazar